30 Aralık 2022 Cuma

Mart 2022

 

1 Mart 2022

 

Bellek tüm yüküyle ruhta olduğu sürece, çıplak da olsa ayakları, öylesine yürüyemez yolları...

Acır, yine acır, hep acır...

Çıplak ayakların ağrısı da ağırlığı da pabuçsuzluğundan değildir çünkü...

Kavafis demiş ya; kent arkandan gelecektir...

Oysa, insanın arkasında, önünde, yanında götürdüğü kenti değil, kendisidir...

İnsanın gitmek istediği de dönmek istediği de kendisidir...

O yüzden kaçış yok…

D.K.

21:59

 


4 Mart 2022

 

Tanrı olsam, bana havale gönderenlere, kol kola girip halay çekmelerini söylerdim, birlikten doğacak gücü anlamaları için...

Melekler mi? Onların tek bir görevi olurdu. Tüm çocukları korumak...

D.K.

 

Bu sabah Almanya, Avusturya, İsviçre, Lüksemburg, Çekya, Danimarka, Hollanda, Fransa, İtalya, Letonya, İzlanda, Polonya, Romanya, Hırvatistan ve Ukrayna’da yüzlerce (sadece Almanya’da dahi 200’den fazla) radyo kanalında saat 08:45’te aynı şarkı çaldı...

Give Peace a Chance 🕊

 

 

Tatilin insanı tembelleştiren bir yanı var, bir de sabah dokuz buçukta hala pijamayla otururken bundan rahatsız olan kendiyle didişirken “tatilin amacı da bu değil mi istersen tüm gün pijamayla oturursun” diyen yanı…

D.K

 


6 Mart 2022

 

Bokuyla kavgalı insana barışı anlatmak çok zor iş…

D.K.

 

 “Z kuşağı bilmez ama …” diye başlayan tweetleri sadece ben mi anlamsız buluyorum?

Z kuşağının bilmediklerinden, onlara; sorgulamayı, anlamayı, dinlemeyi öğretmeyen, buna da şükür diyen, izah edemediğini mizaha vuran, onları bile isteye apolitik yetiştiren kuşak hiç mi sorumlu değil?

D.K

 

 

7 Mart 2022



Ve bitti...

Çayım demini alırken kitap hakkındaki düşüncelerimi kısacık yazmak isterim. Sonra da çayımı içip uyumak : )

Söz verdiğim üzere kitabı arkadaş etkisinden uzak okudum. Ancak, mesleki tahteşşuur etkisi olsa gerek karakterleri hep ruh durumlarıyla değerlendirdim. Özellikle Sedat’ı, Adam’ı ve en çok da Oedipus kompleksi mizojiniye dönüşmüş Ziya’yı. Ve bu açıdan bakıldığında diyebilirim ki bu roman müthiş bir psikolojik gerilim romanı olmuş. Tabii sadece bu değil, örgü çok başarılı, zamanlar, karakterler, olaylar ve mekanlar arasında geçiş oldukça muvaffakiyetli, okuru yormadan, geriye dönmek zorunda bırakmadan, akıcılığı aksatmadan ilerliyor.

“Ölümsüzlük iksiri içmiş gibi ölüme meydan okuyorlardı sanki. Bencil ve şımarıktı bu hücreler. Hep kendileri beslensinler, en iyi yerlere onlar yerleşsin istiyor, diğer hücrelere hayat hakkı tanımak istemiyorlardı.”

İçerik hakkında fazla bilgi vermekten çekinsem de Melek’in mektuptaki gizli mesajı çözmesi, Fil anahtarlık, camdaki buğu, Bach, Roma rakamları gibi ayrıntıları çok sevdim.

“Bach tanrı katından seslenir fanilere, kaderi hatırlatır her bir nota […] Bach kaderdi, tanrı, ölümü ve sonsuzluğun ihtişamını Bach ile anlatmıştı.”

Melek’in animasyon filmi ile ilgili görüşü çok yerinde bir tespit. Zira çocuklarla çalışan insanlar her zaman onların dikkatini çekebilecekleri, onlarla konuşabilecekleri konuları, onların dünyasındaki aktüel gelişmeleri takip eder, bu bağ kurmak için çok önemlidir.

Ve tabii bazı ince ayrıntılar da vardı beni etkileyip zihnimde çeşitli bağlantılar kurmama neden olan; Aydan’ın annesinin bekleyişindeki Gülistan Doku, inşaat aşkının bilimin önüne geçişi ve buna dayalı yatırımın araştırmaya değil betona yapılışı, hukuki yollarla korunmaya duyulan güvensizlik, kağıt toplayanlar, çöpten yemek arayanlar, ilaç sektörünün tıp dünyasına etkisi hatta hayal gücünün ötesindeki etkisi, uluslararası toplantılarda yapılan pazarlıklar...

“Ne kadar da kolaydı iki ülkeyi birbiriyle savaşa sokmak, demokrasi adı altında diktatörleri iktidara getirmek.”

Sayfa 36’daki Sedat’ın sorusuna benim yaklaşımım; ölen kişi hiç var olmamış gibi sürdürülecek bir yaşam ne çocuğa ne de arda kalan diğerlerine faydalı olmaz. Ancak geride kalan yetişkinin yasla nasıl baş ettiği (ki ben yasın illa yaşanması gerektiğini savunurum), günlük yaşayışını ne ölçüde etkilediği ve çocuğa hangi duygunun nasıl ve ne kadar yansıtıldığı gibi unsurlar dikkate alınmalı.

Sf. 45, Kadavradan organ nakli sorununu Orta Doğu’ya mal etmek doğru değil. Zira Katolik camiası da pek farklı yaklaşmıyor.

“Tanrıça ipi, yumağa her sarışında bir kişi ölüyordu.”

Sf. 233, konsorsiyumdakiler diye başlayan cümle beni düşündürdü... Kanser hastalarının kurgu bir romanda dahi bu cümleyi okuduklarında haletiruhiyeye tesiri olur mu acaba diye ürpermedim desem yalan olur...

Yanılma payımı saklı tutsam da bazı kişisel incelikler de yakaladım kendimce; yağmuru çok sevdiğiniz, bu sevgiden kaynakla, baş karakterlerden birinin çocuğuna Yağmur ismini vermiş olabileceğiniz, yıllarca size emek vermiş Adile Hanım’a yer vererek nazikçe vefalı bir teşekkür sunduğunuz ve sf.84’de Erdoğan hocanın Sedat’a söylediklerinin vakti zamanında size söylenmiş olabileceğine dair yoğun bir his.

Ve...

“Her ameliyat aslında cerrahın kendi iç yolculuğudur. Tanrı insanla fani insan arasında dolaştığın gri alanları da vardır bu yolculuğun.”

Ziynet Hanım’a duyduğum üzüntüyü başlardan, başka bir şeyi düşünerek yaptığım alıntı ile pekiştireceğim...

“Lakin insanın denizlere açılmak yerine sadece kıyıdan denizi izleyebilecek kadar yorgun olduğu bir dönemdi yaşlılık. Bilinmezlere yolculuk, dalgalarla ve fırtınayla mücadele gençliğe özgüydü.”

Ama…

“Tüm dünya vazgeç dediğinde umut fısıldar; bir kez daha dene.”

Kısacık dedim ve yine kısa yazmayı beceremedim. Hülasaten; ben sevdim. İlk roman ve fakat son olmamalı...

 

“Senin kutup yıldızın hangi gökyüzünde?”

D.K.

01:30


8 Mart 2022

 

Mimoza

Neden mimoza yazmak istedim;

1945 yılında, PCI (İtalyan Komünist Partisi), PSI (İtalyan Sosyalist Partisi), Pd’A (Eylem Partisi), CLN (Hıristiyan Sol ve Demokrat İşçi Partisini de içine alan Ulusal Kurtuluş Komitesi) girişimleriyle; UDI (Unione Donne Italiane- İtalyan Kadınlar Birliği) kuruldu.

Savaşın sona ermesiyle Festa delle donne (Kadınların Şenliği anlamına gelen Kadınlar günü) UDI’nin inisiyatifinde ilk kez, 8 Mart 1946’da tüm İtalya’da kutlandı.

UDI’nin başkanlığına seçilen Teresa Mattei, PCI kadın bölümü yöneticisi Rita Montagnana ve yine ilk kadın hareketlerinin öncüsü Teresa Noce bugüne özel kadınlara sembolik bir çiçek vermek istedi.

1947 yılında UDI’nin başkanlığına geçecek olan Maria Maddalena Rossi’yle birlikte; bugün yüklenen derin (dalının kırılmaması, çiçeklerinin uçuşması, kokusunun kilometrelerce uzaktan alınması gibi) sembolik anlamların aksine, hava şartlarının uygunluğu ve ekonomik olması nedeniyle Mimoza’da karar kıldılar. 76 yıldır da bu gelenek İtalya’da değişmedi. Aksine bu geleneğe ilk kez Lazio bölgesinin Rieti ilindeki bir pastanede pasta şefi ve eski partizanlardan Estella’nın kardeşi olan Adelmo Renzi’nin Torta Mimosa’sı da eklendi.

İtalya’da festa delle donne, festa della mamma (anneler günü)’dan daha büyük bir öneme sahiptir. Bunun altında yine UDI’nin “kadın öncelikle kadın, sonra isterse eş ve annedir” anlayışı yatar...

D.K.

 

 

Hikayesi olan evleri seviyorum dedi adam

Her evin hikayesi vardır diye karşıladı kadın, kiminin ki anlatılıp hatırlanacak kadar güzel ve derin kiminin unutulmak istenecek kadar kötü ve yine derin kiminin ise hiç hatırlanmayacak sözü dahi edilmeyecek kadar sıradan ya da sığ...

D.K.

Moderna, yalnızca, aşılama oranının çok düşük olduğu ve maddi imkansızlık nedeniyle Covax programından yararlanan 92 ülkede kullanılmak üzere Covid aşısının patentinden kalıcı olarak feragat etti.

Moderna Başkanı Stephen Hoge, pazartesi günü aşıların üretimi için Kenya Hükümetiyle anlaşmaya varıldığını, yılda 500 milyon doz üretimi planlandığı ve bunun için yaklaşık 500 milyon dolar yatırım yapılacağını açıkladı. Hoge, patentin sadece alım gücü olmayan ülkeler için kalktığına tekrar vurgu yaparken, yeterli Covid aşısından sonra aynı ülkeler için WHO’nun desteği ile aynı uygulamayı Dang humması, Ebola, Sıtma ve Tüberküloz aşıları için de planladıklarını sözlerine ekledi.

D.K.

 

 

9 Mart 2022


Politik iki yüzlülüğü anlamak için Avrupa kanallarında birkaç haber programını izlemek yeterli... Evet, savaştan kaçanlara sığınma imkanı, maddi ve manevi yardım yapılıyor, insani yardım adı altında. Ancak savaşla ilgili en büyük kaygı, gaz, yakıt, gıda üzerinden, olası yokluktan kaynaklanacak fiyat artışından kaynaklı...

Yani ortada Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de sessiz kaldılar durumu yok... Şu an çıkan sesler de kendi çıkarları doğrultusunda, kendi çıkarları kadar...

D.K.

 


14 Mart 2022

 

Bugün Dita e Verës yani Paganların bahar bayramı...

Günümüzde hem kutlayan hem kutlamalar için resmi tatil ilan eden tek ülke Arnavutluk. Kutlamalar için Elbasan yöresine ait ballokume kurabiyesi yapılır, yöresel kıyafetler, müzikler ve danslarla şenlendirilir, akşamına ateş yakılır ve “Mart ipi” diye bilinen, kırmızı beyaz bileklik bugün takılır. Çünkü Jülyen takvimine göre 1 Mart bugündür...

D.K.

 


15 Mart 2022

 

yıldız tilbe

Mülteciler için; “İstemiyoruz, ülkelerine dönsünler, gebersinler” de, tepki gelince; “Bana kimse mülteci düşmanı diyemez. Madem bu kadar seviyorsunuz, koruyorsunuz, alın evinize besleyin. Ben mültecileri düşündüğümden söyledim.” de.

Hayvanlar için; “Zehirli et verilsin, hepsi gebersin” de, tepki gelince; “Beni kimse hayvan düşmanı ilan edemez. Madem bu kadar hayvan seviyorsunuz hadi alın evinize birer tane.” de.

Sonra aşk şarkılarının duygusal kraliçesi ol... Oldu(!)..

D.K.

 


16 Mart 2022

 

Hep o söylenmemiş sözün eksikliğinde yaşamış nereye gitse ne yapsa yarım hissetmişti kendini...

Oysa kim ona garanti edebilirdi ki o söylenmemiş söz söylenmiş olsaydı tamamlanmış hissedebileceğini...

Belki de o zaman söylenmiş sözün pişmanlığında yarım hissedecekti kendini, nereye gitse ne yapsa...

Tamamlanmamışlık hissi keşke ile ikiz kardeştir...

Ve keşke var oldukça tamamlanmamışlık hissi de var olacak...

D.K.

 

 

17 Mart 2022

 

Aslında 1999 yılına kadar Türkiye'de büyük bir ambulans açığı vardı. Bu tartışılmaz bir gerçek. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Edirne haricindeki şehirlere ilçe başına bir ambulans ya düşüyor ya düşmüyordu.

Özellikle Doğu illerde düşmüyordu...

1999 yılında, sadece 4 ay görevde olan Mustafa Güven Karahan, Türkiye'de donanımlı ambulans artışına girebilmek için, 99 depreminde görevini kendi çıkarları yönünde kullanmaktan suçundan görevden alınan dönemin Türk Kızılay’ı başkanı Kemal Demir'den yardım istedi. O dönem ne olduğunu kimse tam olarak bilmese de Karahan apar topar görevinden istifa etti. Başlattığı Ambulans projesi Osman Durmuş'un Bakanlığında devam buldu. Durmuş'un karakter, şeref ve insanlık sorununu mevzuya hiç katmayacağım...  Tabii aynı dönem artan özel hastaneler ve onların ambulansı da var. Yine de 99 yılı sonunda Marmara depreminde IFRC'nin hibe ambulansları da eklenince devlet ambulanslarında büyük bir artış yaşandı. Tabii Doğu iller yine en az nasiplenenler oldu... Bu arada artış yaşandı dediysem de bu sayı ülke genelinde özel hastane ambulansları hariç 600'ü geçemedi...

Ve kabul edelim etmeyelim en büyük ambulans yatırımları Recep Akdağ dönemlerinde gerçekleşti, şu an Türkiye'de Sağlık bakanlığına bağlı yaklaşık 3000 ambulans var... Özel hastane ambulansları da acil durumda hizmet vermek zorunda diye biliyorum...

Bu kadar ayrıntıyı niye mi biliyorum?..

89 yılında babam kalp krizi geçirdiğinde çağrılan ambulans babam öldükten çok sonra geldi. 96 yılında yeğenim için çağırdığımız ambulans gelmeyip onu taksiyle hastaneye yetiştirmek isterken kolumda öldü. 99 yılında can dostum geçirdiği trafik kazası sonunda ambulans beklerken öldü. Hatta o zaman en yakın hastaneden çağrılan ambulans üstünde yeterli para olmadığı için onu kaza yerinden almamış (özel hastane ambulansı, ailesi sonra dava açtı ve kazandı), devlet ambulansı ise geç kalmış... 29'unda gitti İbrahim’im. Yeri asla dolmayanım... Eksik kalmışlığım... Annesi günlüğünü verdi bana, o gece gidebilseydi yanına, evlenme teklif edecekmiş sevdiğine... Söylemedim bunu hiçbir zaman ona, daha kolay devam edebilsin diye hayatına... Bindiği taksinin şoförü alkollüymüş o da başka mevzuu...

Yani ambulans bende bir saplantı…

2018 yılında burada yeni doğan ambulans sayısının ne kadar az olduğunu gördüğümde hayrete düştüm. Kurum, yeni doğan ambulans fiyatlarını söyleyince dudağım uçukladı resmen... Ki özel eğitimli personel de gerekiyor. Tabii hemen merak ettim baktım Türkiye'de durum ne, o dönem Türkiye'de 50 adet yeni doğan ambulansı vardı. Burada 25. Biri bizim klinikte, yeni doğan ve çocuk hastanesi olduğumuz için. Eyalette toplam 6 tane vardı zaten. Diğer beşi de üniversite hastanesi olan şehirlerde.  Türkiye'de 2021 yılında 50 tane daha eklendi, özel eğitimli 600 personelle. En azından okuduğum bu. Türkiye'de 50'yi duyunca burada ne değişmiş diye baktım bu sefer de. 5 tane yeni ambulans eklenmiş ve 25 yeni özel eğitimli personel. Hala da açık çok büyük hem orada hem burada...

Bir de Türkiye'deki merkezi online sistem burada yok, e-nabızdan hastanın tüm sağlık geçmişi görülebiliyor, daha önce geçirdiği ameliyatları, tedavileri, reçeteleri, tahlilleri takip edilebiliyor bildiğim kadarıyla. Burada böyle bir uygulama yok. Olması da mümkün görünmüyor...

Ki her zaman savunduğum gerçek, Türkiye'de gerek hekimler gerek sağlık personeli, hem daha iyi, daha özverili, daha dikkatli hem de sayıca daha çok... Ama sadece bu da değil, Türkiye'de özel hastaneler çok olsa da devlet hastanelerinde sunulan hizmetler de eskisinden daha iyi... Belki benim uzaktan yaptığım gözlem farklı hatta duygusal olduğu için yanlıştır. Ancak geçmişe göre düzelme olduğu düşünüyorum duyduklarım doğrultusunda...

Türkiye'de en kötü yan belki de özel hastanelerin çokluğu ve buna dayalı adil dağılımı olmayan sağlık hizmeti. Ve fakat yine duyduklarım devlette de hastanın iyi niyeti, sevecenliği ve saygısı ile doğru orantılı aldığı hizmet... İnsanca davranışla karşılaşan hekimler, hastaları için elinden ne geliyorsa fazla fazla yapıyor, kaldı karşılaşmadığında da görev icabı en azından yapması gerekeni yapıyor… Bir Kızılderili sözü okumuştum, çok sevmiştim "Sen hangi tonda seslenirsen dağa, o tonda gelir yankısı..."

Burada herkes, neredeyse her sağlık hizmetinden ücretsiz faydalanabiliyor, çocuklarda 18 yaşına kadar her şey ücretsiz, estetik kaynaklı diş teli hariç, ama diş teli başlı başına başka bir mevzuu.. Özel klinikler de var elbet burada... Ancak onlar daha çok estetik üzerine... Plastik cerrahi sadece sağlık durumunu -bu ruhsal da olabilir- etkiliyorsa yasal sigortadan karşılanıyor. Ve elbet herkes yasal sigortalı olmak zorunda, çocuklar ebeveynlerde, işsizler işsizlik sigortasından sigortalı... Fark ödeyip özel sigortalı olmak mümkün... Ki bu aldığın hizmette değişiklik yapmasa da hastanede kalmak gereken durumlarda tek kişilik oda imkanı ya da uzman hekime veya mr, ct gibi hizmetlerde daha çabuk randevu almana yarayabiliyor. Acilden sevk olduğunda bekleme olmasa da genellikle uzman hekimlerden randevu almak bazen çok zaman alabiliyor. Örneğin bizim klinikte psikiyatri için 6 ay, kardiyoloji için 4 aylık bekleme listeleri var... Eminim bu durumda Türkiye'de birçok aile durumu olsun olmasın özeli tercih ederdi...

Diş demiştim, Türkiye'de mükemmel olmasa da devlet bünyesinde diş sağlığı hizmeti alınabiliyor. Burada 18 yaş üstü yılda bir kez ücretsiz diş hekimine gidebiliyor. O da sadece kontrol, tedavi gerektiren her şey ücrete tabi, diş çekimi, dolgu, diş taşı temizleme vs. Göz de gözlük de... Ancak son yıllarda, fazla seçenek olmasa da sigorta kapsamına alınabilen çerçeveler de var... Yani Türkiye'de günden güne popülerliği artan sağlık turizminin altında bu sebepler de var...

Ve fakat burası orası kıyası yapılamayacak çok mühim noktalar var... İnsani, vicdani ve hukuki mühim noktalar...
Mesela burada insana saygı, dolayısıyla hekime de saygı var... Hekime şiddet uygulansa ortalık ayağa kalkar, geçen o başhekimin yaptığı burada olsa görevden alınır, hiçbir siyasetçi değil hekimleri, herhangi bir meslek grubunu hedef gösteremez. Bu, onu direkt koltuğundan eder... Burada çalışma saatleri bellidir, özel hayat ilkesi vardır, Türkiye'de hasta gece yarısı doktora WhatsApp mesajı atarken, burada hekimi, hizmet amaçlı, çok acil durum haricinde iş vereni ya da meslektaşı dahi arayamaz...

Mesela dünkü küfürlü tweetler, burada onun hiç olmazsa para cezası var, çünkü hakaret düşünce özgürlüğü değil… Ama devletin başkanı "giderlerse gitsinler" derse onun cahil ahalisi "siktir olup gidin" deme hakkını, gücünü görür kendinde…

Uzar da uzar ki zaten çok uzattım yine... Elimde değil tüm hücrelerime sinmiş bir hissiselim hakim bende…

D.K.

 


22 Mart 2022

 

“Zihindekilerin taşması onun fakirleşmesi kadar tehlikeli olacaktır. Bu ikisinin arasında, gerçeğe yakın olacağını umarak doğru ölçüyü seçmek de bize düşüyor.”

Elie Wiesel, Gece’nin ikinci baskısında eklediği sunuş yazısından.

 

*Öylesine bir dil bilgisi serzenişi; Türk Dil Kurumu, kitapların giriş kısmında yer alan mukaddime için doğru yazım şeklini ön söz olarak belirlemiş. Ben bugüne kadar okuduğum birçok kitapta bunun önsöz olarak yazıldığını gördüm. Daha da ötesi önsöz olarak yazılmasını kendimce doğru buluyorum. Esasen ben, bir aradanın da birarada yazılması gerektiğini düşünenlerdenim... Bu nedenle, bilinçli bir şekilde yazım hatası(!) yapmamak adına, ön söze; sunuş ve hatta mukaddime, bir aradaya ise; birlikte ya da beraberce demeyi tercih ediyorum, bütünlüğü bozmadan, ayırmadan...

Oysa ne çok sever insan soyu, ayırmayı, ayrıştırmayı... Yan yana durmayı; yanyana duramadıkları için, çabucak, karşı karşıya kalmaya dönüştürmeleri bundandır belki de diye düşünürüm zaman zaman... Hem de yüz yüze gelemeden, omuz omuza veremeden, el ele tutuşamadan...

D.K.

08:00

 

 

 

Ülkede mutsuzluk önüne u gelerek hızla yaygınlaşıyor...

D.K.


24 Mart 2022

 

Suriyeli hekimlere bunca laf eden hekimler ayrımcı hatta ırkçı değil öyle mi?

Sorun Suriyeli hekimlerin Türkiye’de hekimlik yapması olmamalı, çünkü sorun Türkiye’de çalışan hekimlerin milliyeti ne olursa olsun hakkını alamaması!.. Suriyeli hekimlerin, başka seçenekleri olmadığından, kendiniz için istediğiniz şartların altında (belki de çok altında) çalıştırılacağını bilirken ve aslında buna meslek onuru adına, insanlık onuru adına itiraz etmeniz gerekirken, kolay olanı; ayrıştırmayı, dışlamayı seçmek niye?..

Suriyeli hekimlere söylenen onca söz; öz hak savunması değil, ayrımcılıktır, ırkçılıktır...

D.K.

 

 

25 Mart 2022

 

Birçok insan kendi bilinçlerinde “Aslında değilim, ama…” cümlesi ile o denli bütünleşmiş ki; ırk, etnik köken, ten rengi, fiziksel görüntü, sosyoekonomik konum, cinsiyet, inanç, yaş, kültür, kıdem, engellilik, ruhsal durum hakkında yaptığı ayrımcılığın farkında değil.

Kısaca, çoğu insan, kendine kadar ayrımcılık karşıtı. Safi kötü niyetli olup farkında değilmiş gibi davrananlarından gerçekten farkında olmayanlarına kadar uzanan geniş bir yelpaze, amacı serinletmek değil de nefretin ve kötülüğün ateşini körüklemek olan... 

Çocukken duyduğumuzda yadırgamadığımız “Olsun, o da insan” diyen komşu teyzeler vardı, evini açan, yemeğini paylaşan. Onların cümlesindeki ‘o da’nın ayrımına, yıllar geçtikçe, büyüdükçe farkına varırız ekseriyetle.

Yine de ayrımcılıktan bahsederken; onları, dün okuduklarımı yazanlarla aynı yere koyamam. Çünkü, o, komşu teyzelerin dünyaları; mahalleleri, sokakları hatta kendi dört duvarları kadardır çoğunlukla...

Ve o boynu bükük ‘olsun’dan bilirim ki, o, çocukluğu, gençliği boyunca tentene hazırlarken geleceğine, ince ince işlenmiştir ayrımcılık, buna rağmen içine tam sinmemiş olmalı ki, mağmumdur sesi, insandır çünkü herkes...

Küçücük dünyalarında yaşayan komşu teyzelerin, okumuş, öğrenmiş, meslek sahibi olmuş insanlara bakışı da farklıdır. Çünkü onlar, koskoca dünyaya açılmış, koskoca doktor, koskoca avukat, koskoca mühendis, koskoca politikacı, koskoca koskoca koskoca olmuşlardır, gıptayla takdiri, itinayla saygıyı hak ederler onların küçücük dünyalarında...

Gel gör, niceleri vardır ki; o koskoca dünyaya açılmış, koskoca meslek sahibi olmuşlar arasında, o küçücük dünyanın masumlaştırılmış ayrımcılığını barındırmaz ayrımcılıklarında...

O çok övündükleri diploma ve hatta varsıllık onlara gıdım maneviyat, hoşgörü, feraset katmamış aksine hodbinliklerine sağlam zemin olmuştur...

Ve bazen öyle bir an gelir, koskoca dünyaya açılmış, koskoca meslek sahibi insanlar, komşu teyzelerin küçük dünyasında büyük bir şaşkınlıkla ufalanır, küçücük olur, gıptayla taktir ettiği, itinayla saygı duyduğu insanın, taş atan elini kolundan kavrar ve “yapma evladım, o da insan, sen gibi, ben gibi” der, çünkü benim canımı yakan ayrımcılık, onun canını da yakar ve hatta insan olan herkesin canını yakar sandığından tekrar eder, “yapma evladım, yazıktır, günahtır, o da insan” diye.

Kendine “bırak kolumu, çekil ayağımın altından cahil kadın” denileceğini belki bilmeden belki de bile bile...

 

D.K.

25 Mart 2022 17:40

 


26 Mart 2022

 

Yanlışı düzeltmek için insan başkasını eziyorsa değil yanlışı düzeltmek yanlışa yanlış eklemiş olur.

D.K.

00:02

 


27 Mart 2022

 

Hani “çifte standart” diyoruz ya bazen...

Mülteci hakları konusunda bu zaten yıllardır var. Yani geçerli bir mesleği olan mülteciler zaten her zaman başımızın üstünde yeriniz var muamelesi görüyordu elbet. Ancak savaş nedeniyle Ukrayna’dan gelen mültecilere uygulanan ayrıcalık onlara da sağlanmamıştı. Bu cümlem yanlış anlaşılmaya müsait olduğu için açma ihtiyacı duyuyorum. Ukrayna’daki savaştan kaçıp gelenlere yapılanları çok bulmuyorum, olması gereken. Yine de Afganistan’dan çok zor şartlarda getirilen, Taliban yönetiminde kalsalardı yaşama şansı olmayan yani bu durumda Ukrayna’dan gelen insanlardan çok da farkı olmayan insanları yerleştirildikleri yurtlardan Ukraynalıları yerleştirmek için çıkartmak, üstelik onlara alternatif olarak ya hiçbir şey sunmamak ya da başka ülkelerdeki toplu mülteci kamplarını önermek ne denli insani?

Ve içimde kalamazdı; Moria kampından bir çocuk fazla getirmek için onca mücadele verirken biz, Ukrayna’dan gelen ailelerin çocukları oyuncak ayı ile karşılandı... Eşitsizliğin bu boyutu her çocuğa çocuk diyememe ayrımcılığından… Müthiş içime oturdu…

D.K.

 


28 Mart 2022

 

Oscar töreni…

Evet, bir erkek kadının görüntüsü hakkında şaka(!) yapmayı kendine hak görüyor, başka bir erkek sözde aşk adına, sözde kadını korumak için ama aslında sadece sahiplenme duygusuyla şiddete başvuruyor. Bir erkek olanlara şaşırıyor, diğer erkek göz yaşlarına boğulup havaya bir özür bırakıyor, aşk insana çılgınca şeyler yaptırabiliyor diyor, ödülünü alıyor... Duygulu anlar ve alkışlar... Erkeğin adı kurtuldu... Kadının adı Jada olsa da “kadının adı yok” hala... Çünkü erkek, her şeyin arkasına sığınabiliyor... Aşkın, ruh halinin, bir anlık çılgınlığın... Çünkü erkek, kendini kadının sahibi sanıyor... Çünkü erkek, kadı(nı)na sahip çıktığı için alkışlanacağını biliyor... Çünkü ünlü ünsüz erkek kutsanacağını biliyor... Çünkü bu çünkülerin sonu yok…

 

O kadar çok çünkü yazmışım ki yine...

Bitişi kıymetlimin “ve dahi çük odaklı” tanımınla bitirmediğime hayret ettim ve kızdım…

Neyse...

D.K.

 

 

Haberlerin ardından dün olduğum noktaya geldim…

Bugün Şansölye Scholz’un yaptığı açıklamaya göre Ukrayna’dan gelen mülteci sayısı 300 bine yakın ve bir o kadar daha bekleniyor. Ne güzel. İyi gelsinler, hoş gelsinler...

Lakin, geçen yaz Moria Kampından getirilecek sahipsiz, kimsesiz çocuklar için verdiğimiz mücadele, diğer AB ülkelerinden ses çıkmazken, Lüksemburg’un 10 (yazıyla on) çocuğa sahip çıkması, yüce gönüllü Almanya’nın ise 75+25+50 toplamda 150 çocuğa şartları zorlayarak (!) sahip çıkması çok canımı yakıyor. Şartları zorlayarak(!) geçen sene sadece 160 kimsesiz çocuk o kamptan kurtarılabildi... Kurtarılabildi ama ömür boyu taşıyacakları travmaları da onlara eşlik etti. Karşılamada ne çikolata ne de oyuncak ayı vardı... Bu serzeniş niye Ukraynalı çocuklara verildi diye değil, niye diğer çocuklara da verilmedi diye... Ki bilmiyor muyum ne tonlarca çikolata ne milyonlarca ayıcık onların yaralarını sarmaya yetmeyeceğini? Elbet biliyorum... Adaletsizlik... Ayrımcılık... Çifte standart... Çocuk çocuktur, milliyeti, dini, rengi ne fark eder bok beyinliler diye bağırıyorum avaz avaz içimden, ciğerim yırtılıyor sanki...

Ayrıca benim yurdumda, sadece çocukların yaşadığı bir yurt olduğundan (şu an için) bu söz konusu olmasa da ağustos sonu Eylül başı çok zor şartlarda Afganistan’dan gelen sığınmacılar -ki onların şartları da asla hafife alınamaz- NRW genelinde yurtlardan çıkartılıyor. Kendilerine akraba yanında yer bulanlar yine de şanslı sayılsa da yer bulamayanlara sağlanan süre üç ay hatta 90 gün. Yoksa Afganistan’a geri gönderilecekler, kaçtıkları cehenneme... Ki bu dönüş onlar için ölüm cezası anlamına geldiğinden, Türkiye ya da başka bir ülkeye sığınmaktan başka çareleri kalmayacak...

Sinir ve üzüntüyle toparlayıp yazamıyorum aklımdakileri… Ağlamak istiyorum... Ah, onu bile beceremiyorum...

D.K.

18:05

 


31 Mart 2022

 

Almanların aslen ihtiyar insanların hayat kalitesini değiştireceğini düşündükleri için kullandıkları bir mesel var; “Einen alten Baum verpflanzt man nicht!” Yaşlı bir ağacı başka toprağa taşımamalı.

Gerçekten de ihtiyar insanlar, yıllarca yaşadıkları evlerinden, ortamlarından ayrılınca hayatla bağları da incelir, yeni ortamlarına alışmaları zor, çoğu zaman da imkansızdır. İleri yaşlarda ortam değişiminin yarattığı ruhsal çöküntü ya da daha doğru ifadeyle ruhsal göçün, ebedi göçle sonlanması nadir değildir...

Ve elbette bu mesel de birçok mesel gibi gerçekte kullandığı ifadenin gözlenmesinden yola çıkarak oluşmuştur. Büyüdüğü, yeşillendiği, meyve verdiği toprağından kökleri çıkarılıp başka bir toprağa aktarılan ağaçlar yerleştirildiği toprağa çok zor alışırlar hatta çoğu zaman alışamaz ya bir hastalığa yenilip kururlar ya da kökleri toprağı eskisi gibi sarmadığından şiddetli rüzgarlara dayanamayarak yıkılırlar...

Özetle; başka yere aktaracağız diye sökülen o ağaçların yaşama ihtimali çok düşük... Yeni ekilecek ağaçların ise o yaşa, güce, verime gelmesi ise çok uzun zaman alacaktır...

Zeytin ağacı güçlüdür, dirayetlidir elbet... Lakin toprağında, yerinde, yurdunda...

O yüzden kıymayın zeytine.. Zeytin ağacı sevgidir, emektir, umuttur, barıştır... Yurttur zeytin ağacı!..

D.K.