7 Ağustos 2022
Su soğuk! Sinan söylemişti, Atlantik soğuk olur, diye. Haklıymış. Yine de soğuğu hissetmiş olmamı yadırgadım. Oysa hislerimin elimdeki küller gibi olduğuna eminim. Gri, soğuk, dağınık, uçucu..
Zihnimin içinde yapayalnız bir kız çocuğu diz çökmüş ağlıyor, elleri ile gözlerinden akan yaşları siliyor, burnunu çekiyor... Ben miyim o? Sanmıyorum, benim ruhumdaki çocuk geçen iki yılda bir anda büyüdü. Demek ki çocuk; eksildikçe büyüyen bir şeymiş..
Sevil'in ardından ne kadar güçlü durduğumu düşünüyorum...
Sevil en küçüğümüzdü. Tarık elinden tutup getirmişti, gözlerinde hala yaş vardı. Bundan sonra Sevil bizimle ve kimsenin onu bir daha üzmesine, dövmesine, ağlatmasına izin vermeyeceğiz, dedi. Öyle de oldu, hele Tarık hiç bırakmadı Sevil'in elini, Sevil hepimizin kardeşi ama sanki Tarık'ın çocuğu oldu. Laetitia doğduğunda da Özlem ve ben hala olurken o habla olmuştu.. Canımız Sevil, miniğimiz.. En küçük kardeşimiz.. En erken gidenimiz..
Okulu kırdığımız bir gün parkta kumlara oturmuş, denize bakarken, Sinan cebinden çakısını çıkardı. Sevil, kan kardeşi olmamızı istedi, bence de kan kardeş olmalıyız, dedi. Tarık ve Özlem elini uzattı, Sevil şaşkın Sinan’a baktı. Ben ellerimi kucağımda kavuşturdum, sanki tutup elimi zorla alacaklarmış gibi. Mantıklı değil, dedim. Neden? diye sordular. Çünkü, dedim, kesikten mikrop kapabiliriz ya da birbirimize hastalık aktarabiliriz, bu doğru olmaz, dedim. Yapma, dedi Özlem a'yı uzatarak, kardeşler birbirlerinin hastalığını taşır, diye de ekledi. Rahatlamış ama hafif mahcup bir sesle, aslında ben onu bir anda boş bulunup söyledim, zaten beni kan tutar herhalde, dedi ileride önce başarılı bir ameliyat hemşiresiyken İtalya’da tıp okumaya karar verip iyi bir hekim olacak olan Sevil. Boş bir romantizm bu, üstelik kardeşlerin birbirinin hastalığını taşıması değil, gerekirse birbirlerine hastalıklarında bakmaları doğru olan, dedim. Gülümsedi Tarık, realist kardeşimiz konuştu, dedi, ki haklılık payı yüksek söylediklerinde, diye de ekledi..
Richard Bach'tan alıntı yaptım, henüz okumuştum Mavi Tüy'ü, altını çizip kalp içine almıştım, şimdi, dedim kendi kendime, şimdi o cümleyi kardeşlerime de söylemeliyim; "Senin gerçek aileni kenetleyen bağ, kan bağı değil, birbirinizin yaşantısına duyduğunuz saygı ve mutluluktur." Hepsi başını onaylar anlamda salladı. Bizi birleştiren kan olmamalı, sevgi sadece sevgi ve güven olmalı, dedim. Ve bu bizde var, bunun için kan akıtmamız gerekmez, diye de ekledim..
Sinan çakısını kapatıp cebine soktu. Haklısın, dedi, bir anlık çocukça bir fikirdi benimki, iyi ki bu kadar realist ve akıllısın, dedi gülerek. Ben de güldüm. Oh! dedim içimden, günlerdir çişim koyu renkti, okulda sık sık hepatit kelimesi çalıyordu kulağıma, ansiklopediye bakmıştım, kan ve idrar yoluyla bulaşıyordu, belirtileri arasında koyu renk idrar da vardı, bana bulaştıysa kardeşlerimi korumam gerekirdi. Yoksa niye itiraz edecektim ki kan kardeş olmaya. Ama bunu onlara söylemedim, iyi ki de söylememişim, boşa telaşlanacaklardı, karın ağrım şiddetlenince Neriman Hanım'a gittim, doktora götürdü beni, basit bir idrar yolları enfeksiyonu, antibiyotik verdi, birkaç gün çişim çok pis koktu ama sonrasında ağrım geçti idrar rengi normale döndü. Ne az şey biliyordum tıp hakkında, bir de hekim olmak istiyordum. Ne mümkün diye hayıflanıyordum ki kendi kendime Sinan'ın sözleri geldi aklıma; akıllı olmak her şeyi bilmeye yetmez ama öğrenmek için okumaya yol gösterebilir. Ah! Ne akıllıydı ne iyi yürekli ve ben ne çok seviyordum onu. O gün de bugün de ve hep, her daim her dem, ömrüm oldukça, nefes aldıkça..
Ve şimdi onsuz nefes almayı öğrenmem gerekiyor..
Şimdi ayaklarım suyun soğuğunu bu denli acıtıcı hissederken, zihnimdeki kız çocuğu ağlarken ve ben nefes almaya çalışırken, Sinan'a söz verdiğim gibi dimdik duruyorum. Avucumda küller... Bu külleri denize bırakmak istemiyorum, göğsüme bastırmak, orada saklamak.. Sinan diye bağırmak istiyorum, gırtlağımdan çıkacak son sesle Sinan.. Yapmıyorum.. Yapamıyorum..
Tarık ortamızda, önce Özlem'e ve bana sonra da arkasına dönüp Laetitia ve Giulietta'e bakıyor. Onlar kumsalda kaldı. Bu, bizim vedamız. Laeti çok ısrar etmiş olmasa Tarık gelmelerini dahi istemiyordu. Hadi, dedi. Sesi acının her tonunu her rengini barındıran bir cılızlıkta çıkmıştı. Biraz daha ilerledik suda elbisemin eteğinin ıslandığını hissedebiliyordum. Avuçlarımızı kaldırdık, üflememize izin vermedi rüzgar, küller uçtu, oysa seremoniyi Sinan'ın yazdığı gibi hiçbir adımı atlamadan yapmak istiyorduk, o yüzden boş avuçlarımıza üfleyip ellerimizi denize soktuk. O an dizlerim artık bana ait değil gibi hissettim, düşecekmişim gibi, düşmedim. En son mahkeme salonunda Deniz'in ailesine verildiğine dair kararı okuyan hakimin sesini duyarken böyle hissetmiştim, çok daha önce de babamı beyaz bezlere sarılmış halde o çukura bıraktıklarında ve sadece o sefer düşmüştüm. O da yeterince derine, babamın yanına değil..
Oysa şimdi dik durmalıyım, söz verdim Sinan’a..
Soğuğu yeniden hissetmeye başladım, bu iyi, düşmeyeceğim.. Tarık yüzüme baktı, hadi söyle, dedi. Boğazım yanıyor, az önce atmadığım çığlık boğazımı yırtmış gibi..
Gözlerimi kapattım... Yerde kırmızı kilimimiz, Burdur'dan aldığımız, Sinan bağdaş kurmuş, Tarık sırtını kitaplığa yaslamış, Sevil'in başı Tarık'ın bacağında, dizlerini kıvırmış yine, yüzü bana dönük, Özlem'in kucağında çalmayı yeni yeni öğrendiği gitarı..
"Siz hiç
Karlar üstünde gondolla gezdiniz mi
Biz değil gondolla karlar üstünde gezmek
Öyle sevdik
Öyle sevdik ki
Öylesine sevildik ki
Dünyaya kanat açtık"
Ufak bir değişiklikle bu şarkıyı, bizim ilan etmiştik.. Sinan benim sesimin bu şarkıya çok uyduğunu ve illa benim başlamam gerektiğini söylerdi hep, seremoni listesine bunu da yazmış..
Artık dizlerim titremiyor, evimizdeyim, kardeşlerim karşımda, hep beraberiz, şarkımızı söylüyorum, artık soğuk değil… Oysa gözümden süzülen yaşlar yüzümü yakıyor.. Bunu isteyemezdin ki benden, bizden.. Ağlamamak.. Biliyordun, istememiştin..
Gözlerimi açıyorum, önce Özlem’e sonra Tarık’a bakıyorum. Onlar da ağlıyor. Özlem’in içindeki boşluğu görüyorum, Tarık’ın içindeki boşluğu görüyorum, kendi içimdeki boşluğu.. Onu göremiyorum..
Tut beni, diyebiliyorum sadece, tut beni! Tarık belimden tutuyor. Tarık’ın yüzüne bakıyorum. Sinan tutsun, diyorum. Ne olur Sinan tutsun beni, hiç bırakmasın.. Tarık sarılıyor bana, Özlem de ikimize birden..
Gözümü açtığımda kumsaldaydık, başım Özlem’in bacağında. Sözümü tutamadım Sinan, diyorum içimden ve ekliyorum, ama sen de tutmadın, diye..
Güneş batıyor, gök yine kırmızı, oysa birkaç gün önce tutmuştum ben güneşi, batmasın diye, sen de fotoğrafımı çekmiştim, tutamadım, battı, demiştim, gülmüştün, güneş sensin, demiştin, bu kez ben gülmüştüm.. Gülmüştüm değil mi? Evet, gülmüştüm, gülmüştün..
Laeti annesinin kucağında uyumuş. Eliyle biz eve gidiyoruz diye anlatmaya çalıyor Tarık’a, Tarık başıyla onaylıyor. Kaldırıyorum başımı Özlem’in bacağından, yat biraz daha kuzum, diyor şefkatle, yanağımı okşuyor eliyle, elini tutup öpüyorum, hadi biz de gidelim eve, diyorum.. Tarık, Giulietta’e eliyle, bekle, diye işaret ediyor. Hızlı adımlarla yanına gidip, Laeti’yi kucağına alıyor. Özlem ve ben el ele onları takip ediyoruz..
Arkama dönüp Atlantik’e bakıyorum, Sinan’ın külleri Atlantik’te.. Ben artık Atlantik’im Sinan da Atlantis’im.. Veda etmiyorum.. İnsan yüreğiyle ancak ölürken vedalaşır..
Her neredeysen beni yine sev, her neredeysen seni yine seveceğim, her neredeysem seni hep seveceğim..
Güneş battı, güneşin olsun gönlünde..
D.K.
9 Ağustos 2022
“Çişim geldi!” dedi çocuk. Annesi “pısst, ayıp, tuvaletim geldi demelisin” diye uyardı. Çocuk şaşkın, “tuvalet gelmedi ki ben tuvalete gideceğim” dedi.
Güldüm, hatta biraz sesli, ki annesi dönüp bana baktı, bakışındaki ifade şaşkınlık mı, kızgınlık mı tam anlamadım. “Aa Türk müsünüz?” diye sordu. Sesinde onları anlamış olmamı garipsemesinden çok küçümseyici, işime ne karışıyorsun tonlaması vardı. Oysa hiçbir şey dememiştim, sadece gülmüştüm, çünkü çocuk haklıydı ve bunu çok tatlı söylemişti. Yüzümü kadına çevirdim, “Sayılır” dedim, “ayrıca çocuk haklı” diye eklerken de bakışlarımı ondan çekip gülümseyerek çocuğa yönelttim. Sonra tekrar raylara doğru bakmaya devam ettim. Gelse artık şu tren, diye geçirdim içimden..
Treni beklerken istemsiz aklıma Tarkan geldi. Doksan dört yılıydı, Savaş Ay’ın uzattığı mikrofona “çişim var abi” demişti ve neredeyse tüm Türkiye bu ifade üzerinden ikiye bölünmüştü. Bir tarafta, ne büyük gaf, çok ayıpçılar, diğer tarafta, doğru demiş, ne var bundacılar..
Oysa aynı günlerde, Süleyman Ercümek’in kasasından, Bosna’ya gönderilmek üzere toplanan 1 trilyon çıkmış ayrıca 20 milyarlık paylar halinde çeşitli bankalarda Süleyman Ercümek adına repoya verilmiş paralar bulunmuştu. Yine aynı günlerde iki yıllık milletvekilliği nedeniyle Keçiören Belediyesindeki yolsuzlukları yargıya intikal edememiş olan dönemin ABB Başkanı Melih Gökçek’in dokunulmazlığı kaldırılmış ve Gökçek’e yargı yolu açılmıştı, ancak ‘ak’lanan Gökçek 5 dönem boyunca ABB Başkanlığı’na devam etti. Ve yine aynı günlerde Rize’de dönemin SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın katıldığı Atatürk’ü anma gecesi, dönemin Rize Belediye Başkanı Şevki Yılmaz’ın önderliğinde Allahuekber sesleri ile proteste edilmiş hem Atatürk’e hem Karayalçın’ın şahsına hakaretler edilmiş, protestocular Karayalçın'a saldırmıştı. Bir de o günlerde, daha sonra “rüşvetin belgesi mi olur pezevenk” cümlesi ile anılacak olan Emlak Bankasını iflasa sürükleyen beş milyar dolar değerindeki topuk vurulmuş, vatan, millet, bayrak üçlüsünü ağzından düşürmeyen dönemin meşhur mafya babaları hükümeti tehdit etmişti. Onlar hükümeti tehdit ederken bugünkü Türkiye’deki karanlığın mimarı Evren, “yararlı olacaksa bu tür insanlar kullanılabilir” demişti Çakıcı için. Ve bu dava tüm çirkefiyle devam ederken yapılan incelemelerde, Ahmet Özal’ın Emlak Bankasından geri ödemesiz beş buçuk milyon dolar kredi aldığı da ortaya çıkmıştı..
Daha neler neler vardı elbet, lakin bunlar tam da iki kutuplu çişli günlerin yaşanmışlıkları..
Oysa toplumsal hafıza önemlidir, toplumsal hafızanın hayatı önemi vardır!..
Tarih tekerrürden ibarettir dediğimiz aslında sadece toplumsal demanstır!..
Hukukun şimdikinden daha iyi işlediği o günlerde hesabı sorulmayan her şey bugün misliyle yaşanıyor. Yargı yoluna hiç uğramadan..
Oysa bu günlere yürüyen ayak sesleri o günlerde gümbür gümbür duyuluyordu ve fakat hiçbiri Tarkan’ın çişi kadar ses getirmiyordu..
Tren hala gelmedi.. Tren.. Tren kazası.. Çorlu.. Hala aklımızda çünkü Mısra Öz unutulmasına izin vermiyor, tüm acısına rağmen, yüreğinin yangınına yeni alevler ekleyerek hafızayı taze tutuyor.. Çok zor ve çok büyük bir iş yapıyor.. Neden mi? 2004 Pamukova kazasını kaç kişi hatırlıyor? Raylar henüz hızlı tren standartlarına getirilmemişken yola çıkarılan ve ilk seferinde kaza yapan, 41 kişinin hayatını kaybettiği, seksenden fazla yolcunun yaralandığı Yakup Kadri trenini kaç kişi hatırlıyor? Peki, dönemin Ulaştırma Bakanının TCDD Başkanı Karaman'a soruşturma açılmasına engel olduğunu hatırlayan var mı? Hayatını kaybedenlerin yakınlarının açtığı davalar 8 yıl sürdü. Sonuç; taksirle ölüme sebebiyet verme suçuna zaman aşımından dava durduruldu.. Ve o bakan 12 yıl aynı makamda bulundu, ardından Başbakan oldu, oy çuvalları korunmasa IBB Başkanı da olacaktı.. Mısra Öz'ün ve onun adında kazada evlatlarını, sevdiklerini kaybedenlerin acısını yürekten hissediyorum.. Tüm acılarına rağmen verdikleri mücadeleye saygı ve minnetim çok büyük..
Bugün suçlular ve potansiyel suçlular birileriyle çektirdileri fotoğraflara güveniyorsa, kredi kartı borcunu ödeyemediği için intihar eden vatandaşa "Allah taksiratını affetsin" denirken; kredi borcu, vergi borcu silinenler saraylarda ağırlanıyorsa, vapura kaçak binmeye çalışan karakola götürülürken; devlette yönetimde olanların gemileri uluslararası sularda cirit atıyorsa, bir gece yarısı kararıyla işini hakkıyla yapanlar görevden alınırken; oturdukları koltuklara halkın oyuyla geldiklerini ve tek görevlerinin halka hizmet etmek olduklarını bilmiyor, bilse de umursamıyor, kralı hatta tanrıyı oynuyorsa, kadın cinayetleri, istismar, taciz, tecavüz, uyuşturucu, silah ve insan ticareti kanunsuzluğun kanunlarıyla korunuyorsa; işte bunda toplumsal demansın payı var mıdır diye sormak gerekir..
Lakin o gün çişe takılan hafıza bugün yine takılacak başka şeyler buluyor. Bu, bir gün bir kadının kıyafeti, bir gün birilerinin içtiği kahve, bir diğer gün ise başkasının özel hayatı oluyor. Üstelik kadının, çocuğun, eşcinselin, ağacın, hayvanın yaşam hakkını bilinçli bir şekilde kalın, karanlık kumaşlar, duvarlar, tel örgüler, parmaklıklar ardına saklamak isteyenler ferman yazıp fetva verirken, kaliteli, eşit eğitim hakkı elden alınır, sağlık hakkı gasbedilir, adil, gerçek, yasaya dayalı hukuk ve doğru, tarafsız haber alma hakkı yok edilirken..
Ve aslında çoğu zaman bireysel hatırlayış, hiç unutamayış çok yorucu, yıpratıcı olsa da toplumsal hafıza önemlidir. Çünkü, toplumsal demans önce hürriyeti sonra teker teker tüm canlıları öldürür..
Tren hala gelmedi, çok kahve içtim sabah sabah ve evet benim de çişim var.. Karnımdaki ağrının misli menendi yok.. Lakin o kahveden ya da çişten değil, hatta sadece unutulanları unutamamaktan da değil, derin çok daha derin..
D.K.
9 Ağustos 2022 07:51
.
10 Ağustos 2022
Saate bakıyorum... Üç dakika geçmiş.. Yıllar evvel, ki bana asırlar evvel gibi geliyor yine böyleydim.. Devamlı saate bakardım.. Bir planım, programım, yetişeceğim bir yer, beklediğim biri olduğu için değil, öylesine, amaçsız, sebepsizce..
Saatimi çıkarmıştın kolumdan, birkaç kez boş koluna bakarsan kurtulursun bu tikten, demiştin. Kompulsiyon, derdim ben. Nihayetinde tik, tik takı çağrıştırıyor..
Saat sesi.. Bana garip bir huzur veren tartım. Tartım, ne güzel bir kelime.. Uyumlu, dengeli, düzenli, tekrarlan ses. Ritim de diyebilirdim, dizem de. Lakin ikisinin de tınısı, tartım kadar hoş değil. Gökkuşağı ya da ebemkuşağı yerine alkım demek gibi. Gerçi kullanmasam da babaannemin sesinden alaimisema da hoşuma giderdi. Ala'im-i sema, göğün alametleri..
Dil kullanımı nasıl da cılızlaştı yıllar içinde, insanların cümleleri ne kadar benzer oldu birbirlerininkine..
Alaimisema, bu kelimeyi hala kullanan yoktur sanırım. Kelimeler mi güzeldi de tınısı bu kadar hoştu yoksa bu kelimeleri kullanan insanlar ve yaşadıkları zaman mı güzeldi? Zannımca hepsi. Kayboldu güzel insanlar, tınısı güzel kelimeler artık yok, aynı şekilde yeni kol saatlerinin de tik tak sesi yok, zaten yıllardır kol saatim de yok, cep telefonu hayatımdan birçok şeyi çıkardığı gibi kol saatini de çıkardı. Fakat evde hala her odada saat var. Tik tak..
Bazı geceler, ışığı ve dahi gözlerimi kapatıp saatin sesini dinlerim. Odadaki saatin sesi o kadar yüksek ki sessizliğin içinde herhangi birinin rahatsız olması için Jastreboff'un literatüre kattığı mizofoniye sahip olması gerekmez. Oysa bazı insanlar üstünde nasıl ki su sesi dinlendirici, sakinleştirici bir özelliğe sahipse, saat sesi de benim için öyle. Kim bilir belki de önceki yaşantılarımdan birinde saatler hayatımda önemli bir yer kaplıyordu. Kim bilir..
Saat, zaman demek.. Bazen düşünürüm, dinlediğim saat mi yoksa zaman mı diye.. Bilirim, saat şimdiki zamandır, andır.. Öyleyse dinlediğim zaman olamaz, sadece saat, sadece tik tak tik tak tik tak.. Zamanı dinlesem, anda olamam..
Nostalji.. Gerçek anlamından uzaklaştırılmış bir kelime.. On sekizinci yüzyılda romantizm etkisiyle, gündedün ya da geçmişseverlik yerine kullanılır oldu. Oysa nostalji, on yedinci yüzyılda nostos ve algos kelimelerinin birleştirilmesinde elde edilmiş tıbbi bir terim. Nostos, geçmişteki aidiyete duyulan özlem, bu yurt ya da kişi olabilir, algos ise acı, ağrı. Nostaljik ruh halindeki kişi günden kopuk yaşar ve eskapizme yani kaçışa yatkındır ancak bu kaçışta geri dönüş yoktur, nostaljiye sebebiyet veren her şeyden daha da uzaklaşma vardır. Nostalji artık olmayana duyulan özlemi anlatırken anemoia hiç yaşanmamış, varlığı farklı kaynaklardan öğrenilmiş bir geçmişe duyulan özlemi anlatır. Anemoia, literatüre yeni girmiş bir kelime. John Koenig'in 2009 yılında yazdığı, The Dictionary of Obscure Sorrows (Belirsiz Acıların Sözlüğü) kitabında Anemoia'yı "hiç bilmediğin bir zamana nostalji" (*)diye tanımlamış. Kelime 2014 yılında itibaren APA (American Psychiatric Association-Amerikan Psikiyatri Birliği) tarafından literatüre katılmış.
Tik tak.. Tik tak.. Zamanı dinlesem anda olamam.. Oysa andayım.. Şimdi de.. İçinde hem nostalji hem anemoia barındıran anda..
Saate bakıyorum.. Saatimi çıkarmıştın kolumdan yıllar evvel, kalkıyorum, duvardaki saate yürüyorum, saati itinayla asılı olduğu çividen çıkarıp iki elimin arasında elli saniye boyunca seyrediyorum saniye ibresini, tik tak tik tak, sonra çevirip saati pilini çıkarıyorum.. Susuyor saat.. Saat duruyor.. Zaman akmaya devam ediyor.. Ya hayat?
("Anemoia: Nostalgia For A Time You've Never Known.
"The past is a foreign country: they do things differently there." -L.P. Hartley Looking at old photos, it's hard not to feel a kind of wanderlust-a pang of nostalgia for times you've never experienced. The desire to wade into the blurred-edge sepia haze that hangs in the air between people who leer stoically into this dusty and dangerous future, whose battered shoes are anchors locked fast in the fantasy that none of it risks turning out any other way but the way it happened.")
D.K.
10 Ağustos 2022 00:20
13 Ağustos 2022
İkinci Dünya
Savaşı sırasında Yahudileri en çok da ailesi öldürülmüş çocukları ölümden
kurtarıp yeni bir hayat kurabilmeleri için, kendi hayatını hiçe sayarak aktif
çalışmış bir insandı. Her zaman ayrımcılığa karşı antifaşist tutumu ile dimdik
durdu. Kadınların toplumdaki yerini sağlamlaştırabilmeleri için her zaman
yanlarında hatta önlerini açmak için arkalarında durdu. Kendisi sadece bilim
insanı değil aynı zamanda iyi bir gazeteciydi. Yetmişlerin başında bilimsel
yayınlar yapmaya ve çocuklara bilimi sevdirecek belgeseller yapmaya başladı.
Öğrencilik yıllarında okula gitmeyi sevmeyen Angela, ailesine piyano çalmak
istediğini söylediğinde ailesi itiraz etmedi ve müzik eğitiminin ağırlıklı
olduğu okullara gitti. Bu sayede okulla, eğitimle barışıp hem müziği hem bilimi
sevdi. 
Angela, müziğin
iletişim gücüne inandı. Klasik müzikle başladığı eğitimine caz ile devam etti.
Bir konserinde söylediği sözler: “Müzik sadece melodi değildir, birleştirir;
ırkı, dili, dini yoktur. Ya iyidir ya kötü. Ancak en kötüsü bile birleştirir,
savaşmaz, öldürmez.” 
Angela’nın
yayınları ile büyüyen çocuklar bugün kırklı yaşlarında ve onlar onu o kadar çok
sevdi ki onların çocukları da Angela’yı tanıdı.
Güle güle derken
teşekkürler de diyorum.
“Hayal gücü
insanın genetik ve çevresel sınırlarını aşıp özgürlüğe ulaşmasına yardımcı
olur. Hayal gücünü doğru kullanan insan asla bağcıklarla hareket eden bir kukla
olmaz.” Piero Angela
D.K.
13 Ağustos 2022 15:00
15 Ağustos 2022
İlk kez 2020
yılının haziran ayında Jacinda Ardern’in (💜) önerisiyle kadın hijyen ürünleri okullarda ücretsiz temin edilebilir hale
getirildi. Aynı yıl kasım ayında İskoçya’da da aynı uygulama başladı. 2021 yılı
ocak ayında ise İngiltere kadın hijyen ürünlerinde vergiyi tamamen kaldırdı,
İngiltere’yi aynı yıl İrlanda ve Malta takip etti. 
Türkiye’de kadın
hijyen ürünlerinde verginin düşürülmesi için Sera Kadıgil ve Gülistan Kılıç
Koçyiğit mecliste mücadele vermişti. Türkiye’de kadın hijyen ürünlerinde KDV
mart ayında %18’den %8’e düşürülmüştü yine de bu vergi indirimi her ay
kullanılması zorunlu olan bir ürünün fiyatını ucuz hatta uygun yapmaya
yetmiyor. Almanya’da da kadın hijyen ürünlerinde vergi 2020 yılı başında
%19’dan %7’ye düşürülmüştü. Türkiye ile alım gücü yönünde kıyas edilemeyeceği
gibi vergisinin de daha düşük olması ayrı bir konu. Şu an dünyada kadın hijyen
ürünlerinden %27 ile en yüksek vergiyi alan ülke Macaristan. Macaristan’ı %25
ile Danimarka, İsveç ve Hırvatistan takip ediyor.
Durup dururken
bunları niye yazdım. Bugün itibarıyla İskoçya’da kadın hijyen ürünlerinin
sadece öğrenciler için değil tüm kadınlar için tamamen ücretsiz olacağına dair
yasa yürürlüğe girdi…
D.K.
15 Ağustos 2022 20:27
16 Ağustos 2022
“Bu, Bruno ile
ailesinin hikayesinin sonu. Elbette tüm bunlar çok uzun zaman önce oldu ve
böyle bir şey bir daha asla olamaz.
Bu zamanda ve bu
çağda tabii ki…”
John Boyne’nun Çizgili Pijamalı Çocuk kitabı bu cümlelerle biter.
Irk, din, dil, renk, cins… yani her alanda ve anlamda “Karşıtıyız(*)” insanları bu kadar çokken ve insanın insana olan nefreti bu kadar hızlı büyütülürken; bu zamanda ve bu çağda tabii ki asla, diyebilir miyiz gerçekten?
(* Çizgili
Pijamalı Çocuk, 16. Bölümden alıntı)
“Biz Yahudi
miyiz?”
Gretel, sanki
suratına tokat yemiş gibi ağzını kocaman açtı: “Hayır Bruno” dedi. “Hayır,
kesinlikle değiliz! Ve böyle bir şeyi asla söylememelisin.”
“Ama neden? O
zaman biz neyiz?”
“Biz…” diye
başladı Gretel, ama sonra durup bunu düşünmesi gerekti.
“Biz…” diye
tekrarladı, ama sorunun cevabının tam olarak ne olduğundan emin değildi. “Şey…
biz Yahudi değiliz” dedi sonunda.
“Olmadığımızı
biliyorum,” dedi Bruno kızgın bir şekilde. “Ama sana soruyorum; eğer Yahudi
değilsek neyiz biz?”
“Karşıtıyız” dedi
Gretel, hızla cevap verip cevabından memnun gibi konuşarak. “Evet, işte biz
karşıtıyız.” 
“Tamam,” dedi
Bruno, sonunda kafasında çözdüğü için mutlu olarak. “Karşıtlar tel örgünün bu
tarafında yaşıyor; Yahudiler ise diğer tarafında”
“Bu doğru Bruno.”
“Yahudiler,
karşıtlardan hoşlanmıyor mu?”
“Hayır, bizler onlardan hoşlanmıyoruz, aptal!”
…
Biri 9 diğeri
henüz 13 olmuş bu iki çocuğun konuşmasındaki belirsizlik, öğretilmiş biz ve
bizden olmayanlar kavramının zihinlerinde yarattığı karmaşa bugünlerde
yaşanmıyor mu artık gerçekten?.. 
Toplumlarda
dağınık halde var olan “diğer”ine karşı öfke ve bunun dışa yansıması
birleştirilirse neler olabileceğini kim bilebilir?..
Ve bu tehdit bu
kadar büyükken nefretin bu denli büyütülmesine nasıl izin verilir?..
D.K.
16 Ağustos 2022 22:00
18 Ağustos 2022
Bu hafta John
Boyne’nun Çizgili Pijamalı Çocuk kitabını tiyatro oyunu olarak sergileyecek
lise dengi bir okulda psikolojik destek eğitmeni olarak görev aldım.
Öğrencilerin yaşları 15 ile 18 arası. Başlangıçta Almanya’nın karanlık tarihi
ile yüzleşen bir ülke olduğunu bildiğim ve bu gençlerin bu yaşa kadar
Yahudilere, Çingenelere, eşcinsellere ve engelli çocuklara neler yapıldığını
çoktan öğrenmiş olduklarını düşündüğüm için böyle bir desteğin gerekliliğinden
emin olamadım. Yine de görev bilip ciddiye aldım, gençleri izlerken arada
sorular sordum, fikirlerini aldım. Bugün son gündü. Kapanış için, öğrenciler,
tiyatroyu yöneten öğretmen, okulun müdürü, Almanca, tarih, etik ve din
derslerinden birer branş öğretmeni ile topluca sahneye oturduk. Gençlerden
teker teker en etkilendikleri bölümleri kısaca anlatmalarını istedim.
Gençlerden biri, Bruno’nun Shmuel’in elini sımsıkı tutmuş halde gaz
odasındayken bile yaşananları anlamayışını ve tüm iyimserliği ile yağmur geçene
kadar ıslanmasınlar diye kapalı bir alana getirildiklerini düşündüğü kısmı
dillendirdi. Başka bir genç sözü aldı ve “doğru yazık oldu Bruno’ya” dedi.
Dayanamayıp söze girdim. “Sadece Bruno’ya mı?” diye sordum. Muhtemelen böyle
bir soru ile karşılaşacağını düşünmeyen çocuk, “hayır ama Bruno’nun olanlarla
hiçbir alakası yoktu” diye yanıtladı. Sonra karşılıklı konuşmaya başladık.
“Shumel’in ve
odada olan diğer çocuklar dahil tüm insanların olanlarla ne alakası vardı?”
“O zamanın
şartları bunu gerektiriyordu, yaşananlar çok üzücü olsa da Bruno almandı ve
orada olması tesadüftü”
“Hayatta hiçbir
şart o insanlara yaşatılanlara bahane olamaz” diye yanıtlarken sakin kalmam
gerektiğinin bilincindeydim. 
“Günümüz için
imkansız görünen o zamanın şartlarında farklı değerlendirilmiş olabilir. Hem
insanların tek tek kurşuna dizilmesi yerine uykuya dalar gibi gazla öldürülmesi
sizce de daha insani değil mi?” diye sordu.
Tüm vücudumun
buza yatırılmış gibi ürperdiğini ve aynı zamanda yandığını hissettim. Karşımda
16 yaşında bir genç vardı, kanunen halen çocuk sayılan bir genç ve insanların
topluca öldürülme yöntemini insani buluyordu. Ağzımdan çıkacak her cümle hem
doğru hem çok yanlış olabilirdi. Hızlı düşünmem ve cevap vermem gerektiğini
biliyordum, lakin kilitlenmiş, üstüne yatırılmış olduğum buza yapışmış gibi
hareketsizdim.
Kendimi zorlayarak
“seninle aynı görüşte olmam mümkün değil” diyebildim ve ekledim “sanırım teğmen
Kotler rolünü çok içselleştirmişsin bu yüzden öğretmenlerin belki de sana başka
bir rol bulmalı mesela Doktor Pavel.”
Topluluğa dönerek
“başka fikir belirtmek isteyen var mı?” diye sordum. Muhtemelen benim yaşadığım
şoka benzer hisler içinde olan gençlerden ses gelmeyince müdüre dönüp dilerse
oturumu kapatabileceğini söyledim.
Müdür Bey, bana,
öğretmenlere, öğrencilere teşekkür ederek başladı söze ve her kelimesini
yüreğimde hissettiğim kapanış konuşmasını yaptı.
“Barış sadece
savaşmamak değildir. Barış aynı zamanda diğerini kendi gibi kabul etmek sevmese
de saygı duymaktır. Tarih boyu acı çeken çok halklar oldu, haksızlığa uğrayan,
öldürülen. Hala da var. Çoğumuzun gözü buna kapalı ya gerçekten görmüyoruz ya
da görmek istemiyoruz. Soyadımdan da anlaşıldığı üzere benim de aile kökenim
Polonya ve ben kendi adıma inanmasam da bir Yahudi olarak doğdum ve büyütüldüm.
İnancını niye kaybettin diye soracak olsanız, şöyle açıklardım; aile
büyüklerimin daha doğrusu hiç tanıma fırsatım olmayan aile büyüklerimin
yaşadıklarını sorgulayacak bilince geldiğimde; kendi kendime, aileme ve
Rabbi’ye sorduğum sorulara mantıklı hiçbir cevap alamamış olmam. Şunlardı
sorduğum sorular, Tanrı o insanlara bunu niye yaşattı ve aynı Tanrı o insanlara
bunu yaşatanların kalbine o nefreti nasıl koydu? Mademki hepimiz kardeştik ve
hepimiz onun evlatlarıydık buna nasıl izin verdi? Şalom, Yahudilerin selamlaşma
sözcüğüdür. Günün her saatinde kullanılır, günaydın, iyi günler, iyi akşamlar
ya da sadece merhaba. Ama Şalom aslında Barış demektir. Bence dünyanın en güzel
selamlaşmasıdır. Bunca acı yaşamış bir toplumun selamlaşmak için bu kadar güzel
bir sözcük seçmesi oldukça anlaşılır olsa da bu selamın doğduğu topraklarda
yaşayan insanların kendi gibi olmayanlara yani Palestina halkına yaşattıkları
anlaşılır gibi değildir. Yani Şalom dünyanın en güzel selamı olsa da adına
yaraşır değildir. Ben bu mesleği seçerken sadece sevgiden güç aldım ve istedim
ki sevgiye ve barışa inanan nesiller yetiştirmeye benim de bir katkım olsun.
İnsanın insana, doğaya ve doğada yaşayan tüm canlılara saygısı olsun, barış
içinde, hoşgörü ile yaşasın. Bu oyun bize o günleri hatırlatsın, o günlerin
yeniden yaşanmaması için hepimize barışın, sevginin, hoşgörünün önemini
hatırlatsın istedik, o nedenle seçtik. Katkısı olan herkese tekrar teşekkür
ederken tüm yüreğimle o günlerde yaşananların bir daha asla yaşanmamasını,
günümüzde yaşananların da bir an evvel son bulmasını dilerim. Şalom!”
Hepimiz
geleneksel kürsü alkışını bu kez yerdeki tahtalara vurarak yaptık. Hepimiz
ayağa kalktık, önce öğrenciler hoşça kalın diye salonu terk etti ardından
öğretmenler. Müdür Beyin yanına gittim ve “Şalom alekem” dedim. Maskeye rağmen
yüzünde oluşan gülümsemeyi gördüm “Alekem şalom” diyerek karşıladı. Dört gün
boyunca hemen hiç konuşmamıştık, biraz çekingen “isminizden yola çıkarak
Türkiye’den geldiğiniz düşünüyorum, doğru mudur?” diye sordu. “Doğru.” diye
yanıtladım. “…’nın yanıtından çok etkilendiğiniz gözümden kaçmadı, siz de
Yahudi ya da acıları benzeşen Ermeni misiniz?” diye sordu. “Hayır” dedim
“değilim ama insanım, sevgiye, saygıya ve barışa değer veren bir insan. Siz
etkilenmediniz mi?” Yine gülümsediğini fark ettim, bu kez farklıydı
“etkilendim, hem de çok, o yüzden aslında hazırladığım kapanış konuşmasından
çok daha farklı şeyler söyledim” dedi. Bu kez ben ona gülümseyerek baktım.
“Teşekkür ederim” dedim, “ben de teşekkür ederim” diye karşıladı. “Hoşça kalın”
dedim. Gülümseyerek “Şalom” dedi bir kez daha…
Yüreğimde
burukluk, zihnimde derin sorularla ayrıldım okuldan. Henüz 16 yaşında olan bir
gencin kurduğu cümlenin verdiği ürpertiyi sıcacık bir gülümsemeyle gelen şalom
ısıtmaya yetmedi. Tıpkı iki gün önce düşündüğüm gibi; o gün yaşananların bir
daha asla yaşanmaması mümkün mü, sorusu, endişesi sardı zihnimi…
Şalom!
D.K.
18 Ağustos 2022 18:11
20 Ağustos 2022
Hiç anlamadım şu
yazcılar, kışçılar tartışmasını...
Bir tek kışı
sevmem mevsimlerden. Ki onu da evi olmayan insanları, evi olsa da ısıtamayanları,
üşüyen çocukları düşündüğümden.  Yoksa
her mevsimin kendince güzelliği var.
Üşüyorum,
terliyorum, donuyorum, bunalıyorum… Ben... Ben...  Ben... Oysa doğa birinci tekil şahıs değil.  Mevsimler olağan döngü, hatta yakın zamanda
insan eliyle bozulduğu için yok olacak bir döngü. O yüzden hala imkanımız
varken her mevsimi hala yaşayabiliyorken minnetle karşılamalıyız bu döngüyü,
budur düşüncem.
D.K.
23 Ağustos 2022
Ne güzel çocuklar
ne şanslı gençlerdik; özgür, umutlu, rengarenk ve bunların ne kadar farkında
değildik... Üstelik ülke ele geçirilmemiş olsa hiç fark etmeyecektik...
D.K.
28 Ağustos 2022
Güzeli, iyiyi
göstermek için diğerini çirkinleştirmek, kötülemek gerekmez.  İnsan bakır değildir ki nişadırla
kalaylansın. 
D.K.
30 Ağustos 2022 
Çok sık göz ardı
edilen bir gerçek var. Hiçbir mesleğin her icraatçısı kusursuz addedilemez.
Yanlışa yanlış diyememek ise sadece icraatçısına değil mesleğe de zarar verir. 
D.K.