2 Ocak 2022
Kardeş diyor ki; sen hatırladığın İstanbul'u özlüyorsun.
Şimdi bir gün yeter şehirden tiksinmen için... 
Ben, gecenin bir yarısı, çakırkeyif, dolmuşa binip evime dönerdim Taksim'den.
Yankesiciye, tacizciye, kapkaççıya hiç denk gelmedim, belki görüntüm buna
müsait değildi, gerçi tinerci çocuklar para isterdi fakat, yok, derdim, her
karşılaşmamızda bir ümit yine sorarlardı, konuşurduk bazen uzun uzun, simit
yerdik, bir tane yeter abla derlerdi, iki tane alırsam, hani paran yoktu
derlerdi, gülümserdim, 
çoğunun adını bilirdim, bu, onları mutlu ederdi, yamuk yapan olursa seslen abla
derlerdi, yine gülümserdim, beyaz dişlerini görürdüm ben de onların ve kirli
yüzlerinde iyice belirginleşen göz aklarını. 
Herkesin baktığı ve gördüğü farklıydı. Tıpkı herkesin orada bulunma amacının
farklı olduğu gibi. Yine de amaç farklı da olsa aynıydı. Orayı solumak. Her ne
kadar Bakırköy Meydanı'nın adı Özgürlük Meydanı olsa da çoğu için o ad, Taksim
Meydanında aslını bulurdu.
 Zaten kalıbı yoktu
Taksim'in, kuralı olmadığı gibi. Kimi arkadaşları ile buluşmaya, kimi sinemaya,
tiyatroya, kimi barlara, meyhanelere, kimi pasajlara, sahaflara... Bazen
nedensiz, gayesiz gider, öylece yürürdüm, dükkanlara, tabelalara, çocuklara
baka baka. 
Ben o zamanlar da en çok çocukları görürdüm. Yanındakinin
elini sıkı sıkı tutmuş çocukları, İnci pastanesi önünde vitrini seyreden
çocukları, çikolata ya da dondurma isteyen çocukları ama onlar sanki daha azdı
yahut ben daha çok selpak, su, gül satan çocukları algılardım.
 Gül satan çocuklar... Biri
Mesut. Bir akşam Cumhuriyette tanışmıştım onunla. Rakı sofrasında memleket
kurtaran arkadaşlar, başlarından savmaya çalışmışlardı gül satan çocuğu, koca
gözlerini fark etmemişlerdi. Ben hiç unutmadım ne Mesut'u ne de kocaman
gözlerini. Andıkça onu, küçücük elleriyle kopardığı gül dikenleri kalbime
batar. Belki yazarım bir gün uzun uzadıya, adıyla müsemma olmayan kısacık
yaşamını…
Öylesine yürüdüğüm, kalabalığın yanımdan akıp gittiği
günlerde eve dönüşe geçtiğimde bazı günler Rebul Eczanesine girer, ufacık bir
şişeye, babamın çok sevdiği tütün kolonyası doldurtup öyle giderdim sarı
dolmuşların durağına. Sımsıkı tutardım o küçücük şişeyi elimde… Daha eve
varmadan, daha koklamadan pişman olurdum kolonyayı aldığıma. Öylesine küçüktü
işte Taksim'e dair pişmanlıklarım, bir kolonya şişesi kadar...
Güzelleme mi oldu? Belki. Ve fakat olsun. Zira güzeldi.
 Ne babaannem ve
Fatma Hanım Teyzenin iki dirhem bir çekirdek gittikleri Taksim ne amcam, babam
ve yol arkadaşlarının devrim seslerinin duyulduğu Taksim. İkisi de değildi.
Zaten herkesin Taksim'i kendine kadar ve kendi kadardı.
Çocuklarıyla, şarabıyla, gülleriyle, müzikleriyle,
şiirleriyle, kalabalığıyla, unutulmuşlarıyla, hatırlananlarıyla; benimdi,
bizimdi, yürüyenlerin, görenlerin, duyanların,
hissedenlerin, yaşayanlarındı…
 
"Şimdi bir gün yeter şehirden tiksinmen için.." 
Olsun, benim dilimdeki dizeleri yazmış Vedat Türkali... 
Hem ne demiş Ahmet Telli de 
"özledim diyor, ülkemin kar kokusunu da özledim 
[...] 
öyleyse kalkıp Ati’ye gitmelisin, İstanbul’a 
belki hala saklıyordur bir gülü, kimbilir"
D.K.
2 Ocak 2022 23:25
7 Ocak 2022
İyi niyet ile enayilik arasındaki çizgi şeffaf denecek
kadar incedir.  Kalbi kötü olan insanlar, iyi niyetlileri, enayi olarak
görmekte tereddüt etmezler. Oysaki ihtiyacı olan birine yardım etmek, ona değil
kendine yapılmış bir iyiliktir. İyilik yapılan kişinin kalbi kötü olsa da.
Çünkü kötü, iyiliğin altında ezile ezile iyilikle tanışır. İyi, kötü niyetlinin
suistimali ile güçlenir. Yeter ki kendini herkesten izole edecek derecede
güçlenmesini sağlayacak kadar kötü niyetle karşılaşmasın. 
4 Nisan 2017
… demişim o
tarihte…
Bir gün iyilik ve
sevgi kazanacakmış. Bok kazanacak! Ahmaksın kızım sen! İflah olmaz bir ahmak!
D.K.
7 Ocak 2022 23:10
11 Ocak 2022 
Sn. Kılıçdaroğlu,
İntihar
haberlerinde, intihar yöntemi yahut itiraf kayıtlarına yer verilirse, intihar
eğilimli kişilerde tetikleyici özelliğe sahip olduğu doğrudur. Ancak, dün
intihar eden gencin başka bir çıkış bulamamış olması sadece bireysel değil
toplumsal ve bu bağlamda siyasi bir meseledir. 
Odaklanılması
gereken konu laik bir ülkede gencecik insanların, gelecekleri ve hayatları
karartılmadan, söndürülmeden, tarikatların, din tacirlerinin elinden nasıl
kurtarılacağı olmalı. Madem bilim demişsiniz; çocukların, gençlerin hem fiziksel
hem ruhsal olarak sağlıklı bir ortamda, eşit hak ve şartlarda eğitim alması,
geleceklerinden endişe etmeden hayata tutunması da siyaset yöntem biliminde hem
psikolojik hem sosyolojik anlamda yer almaktadır. Çocukların, gençlerin
geleceği, politik puan değil bizzat uğruna siyasi mücadele verilmesi gereken en
has konudur.  
D.K. 22:30
12 Ocak 2022
Diyorlar ki
“Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, psikolojik bir hastalıktır.”
Hayır efendim,
ırkçılık psikolojik bir hastalık değildir, ideolojik tercihtir. 
Toplumsal ve
kültürel yaşam koşulları bu tercihte etkili olabilir ama psikolojik bir
hastalık değildir. Her türlü kötülüğü, ayrımcılığı, haksızlığı psikolojik bir
hastalığa bağlamak ise ıslah etmesi zor bir düşünce şeklidir. 
D.K.
13 Ocak 2022
Dün, 13 yaşında
bir öğrenci, ailesinin teşvik ve izniyle haberlere konu ve konuk oldu. 
Laura(*), astım
hastası ve Corona ile ilgili ciddi korkular geliştirmiş bir çocuk. Aşı hakkı
tanındığında direkt aşı olan Laura’nın en büyük korkusu aşıya rağmen ‘daha
bulaşıcı olduğu söylenen’ Omicron varyantına yakalanmak. Almanya eğitim
sistemi, zorunlu eğitim olduğu için, Laura, yüz yüze eğitimde okula gitmek
zorunda, ancak öğrenci sınıfa girmeyi kabul etmiyor, öğretmenleri ve okul
yönetimi geçici bir çözüm olarak öğrenci için okulun avlusuna sıra ve sandalye
çıkartmışlar, Laura orada tabletinden dersi takip edip ödevlerini yapıyor.
Habercilerin kendisine yönelttiği sorulara, bir yetişkin gibi -belki de ve
hatta muhtemelen ailesinden öğrendiği cümlelerle (habere dahil değil, kişisel
görüşüm)- cevap veren Laura, sınıftaki öğrencilerin yarısından çoğunun aşısız
olduğunu, aşı olmamanın bencillik olduğunu söylemek istemese de eğer herkes aşı
olsa salgının daha çabuk biteceğini ve çok korktuğunu üstüne basa basa
söylüyor. Laura’nın haberlere konu olmasının asıl sebebi ise, Eğitim Bakanlığı
il temsilcilerine bildirilen duruma, yetkililerin, havaların artık soğuması
nedeniyle içeride derse katılması yönünde aldığı karar. 
(*) Öğrencinin ismi WDR redaktörü tarafından zaten değiştirilmiş olduğu için ben de bu ismi kullanmayı tercih ettim yazımda.
Şu ana kadar birebir aktardığım habere dair kendi yorumum; Salgın sürecinde en göz ardı edilen konulardan biri, çocukların, gençlerin yani gelecek neslin salgından ötürü yaşantılarına aldıkları ruhsal yükler. Laura, habere konu olmuş olsa da tek örnek değil asla. Şu an, salgın nedeniyle psikolojik tedavi alması gereken çocukların ve gençlerin sayısı azımsanacak gibi değil. Hatta aldığı psikolojik yükün farkında olmayan, korkularını kendi kendine içinde büyüten ve yaşayanlar da çok fazla. Ancak burada, bir konuya daha dikkat çekmek istiyorum, bu süreçte, çocuklar da tıpkı yetişkinler gibi sadece kaygı, endişe, korku geliştirmedi, ayrımcılığın yeni bir türü ile de tanıştı. Bu yeni ayrımcılık türü -ki bunu daha önce de yazdım- salgın kadar tehlikeli. İnsanlar arasında, aşılı-aşısız nefreti oluşmaya, hitaplarda üslup giderek saygıdan uzaklaşmaya başladı. İnsanlar yeni tanıştıkları kişilere, merhaba demeden önce aşı olup olmadığını soruyor. Elbette, aşı çok önemli ve fakat tekrara düşerek belirtmek isterim, lokal aşılanma miktarının salgının sonu olması mümkün değil, global aşılamada belli bir orana ulaşmadan virüsün yeni hallerinin hayatımıza girmesini durduramayız. Omicron bunun için çok anlamlı bir örnek, iki doz aşılı olanlar için üçüncü doz aşı çağrısı, iki dozun Omicron için yeterli olmadığının görülmesi üzerine yapıldı. İster üç doz ister daha fazla aşılı olsak da aşının ulaşmadı ülkelerde yinelenen bir mutasyonla virüsün yeni haline karşı etkili olup olmayacağını bilemeyiz. O yüzden, en az virüs kadar hızla yayılan baskı ve nefret dilinin bir an önce değişmesi gerekmektedir. Çocuklara da ulaşan medya dilinin, çocuklar arasında da gitgide artan ayrımcılığın önüne geçmek adına, daha hassas olması gerektiğini düşünüyorum. Yani benim gözümde bu haber sadece bir çocuğun korkusunu içermiyor, ötekileştirmeyi de içeriyor. Hem aşı olan hem olmayan için. Salgının çocuklar üzerindeki ruhsal etkisini sadece bu haber üstünden ele almış olmak istemem. Gelecek nesil için şimdiden “Corona Nesli” dememiz mümkün, hele aşı olamayan çocukları düşünelim; onların maske, mesafe, hijyen ve havalandırmadan başka korunma olanağı yok. Şu an anaokulu çağında olan birçok çocuk, yaşıtına bakarak, görerek öğren yöntemlerinden uzaklaştı. Çocuklar, maskeler ardında bir diğerinin mimiklerini göremiyor, sevinç, hüzün, korku, öfke yüze nasıl yansıyor bilmiyor, üzgün olan bir arkadaşına sarılıp onu avutamıyor. Bunlar ufak ayrıntı gibi görünse de bu hususların gelecekte çocukların hayata ve insanlara yaklaşımları üzerindeki etkisi çok büyük olacak. İlkokul çağı çocuklar için de durum çok farklı değil üstelik orada küçük boyutlu ayrımcılık daha kolay başlıyor, “maskeni düzgün tak”, “iğy burnun akıyor”, “pis mikroplu” gibi biz yetişkinlerin önemsemediği cümleler o küçücük bedenlerin ruhlarında derin yer ediyor, ötekileştirme ve ötekileştirilmenin yeni bir türü ile tanışıyor.
Bu yazıdaki
yorumlarımın yanlış anlaşılmaması için üstüne basa basa yazmak isterim; Covid’i
ve daha fazlaca LongCovid’i hafife almak mümkün değil. Ancak istiyorum ki,
LongCovid’i sadece fiziksel algılamayalım, çünkü, genel sağlık, ruh sağlığı
ayrı tutularak düşünülemez. Çocukların, gençlerin endişeleri, korkuları,
kaygıları, nefrete, öfkeye, ayrımcılığa meyli de pandeminin bir parçası olarak
ele alınmalı. 
Ve biz yetişkinler, aşı olarak, maske, mesafe, hijyen, havalandırma gibi önlemleri alarak, kullandığımız dildeki üslubu sakinliğe, saygıya ayarlayarak, kendi korkularımızı, kaygılarımızı, nefret ve öfkemizi çocuklarımıza ne kadar yansıtıyoruz diye sorarak, tolerans, empati gibi kavramları çocuklara öğreterek, onları, pandemi nesli ya da kayıp nesil olmaktan bir derece de olsa koruyabiliriz.
Yine uzattım,
biliyorum. Ancak çocukların çok ihmal hatta göz ardı edildiği bu süreçte
bunları içimde tutamadım. 
D.K.
13 Ocak 2022 19:33
14 Ocak 2022
Kimin neyi
izlemesi gerektiğine karar veren veya izlediği/izlemediği üstünden kültür
seviyesini belirleyen ilginç insanlar var! 
Bugüne kadar,
hiçbir Bond, Harry Potter, Star Wars, Yüzüklerin Efendisi filmini izlemedim. 
Buyurun, saldırın
şimdi!
D.K.
15 Ocak 2022
Sınırların insan
eliyle çizildiği, dikimhanelerden seri üretimle çıkan bayrakların rengi için
değil de o sınır çizgileri için insan kanı döküldüğü nasıl anlatılabilir ki
tabancayı oyuncak diye çocuğun eline tutuştururken ölümcül silahların dünyanın
en büyük para kaynağı olduğunu idrak edemeyene?..
Putperestliğe
karşı olup kağıttan, mürekkepten ibaret, 
matbaada diğer kitaplar gibi basılan kitabı diz altında tutmayı günah
belleyip kapı üstüne asana, karanlık bir kabinde yaptıklarını anlatınca kendini
günahsız sayana, duası, iyiliği, temizliği yaktığı mum eriyene, alnını sürdüğü
seccadeyi kaldırana kadar olana, şarabı kan diye içip ekmeği beden diye yiyene,
kutsal saydıklarının, tavaf ettiklerinin taştan, duvardan olduğu, insan eliyle
yapıldığı, nasıl anlatılabilir ki din adına ölüp öldürebilene?..
Doğarken seçim
şansı olmayan, içine doğacağı toprağı, ailesini, onların rengini, dilini,
milliyetini, dinini belirleyemeyeceğini kavrayamayan insanlara, rasizm ve dahi
savaş, müstemlekecilik, faşizm, din istismarcılığı, doğa katliamı, nasıl
anlatılabilir ki?..
Ya da
anlatılabilir mi dünyadaki varlığı bir asrı geçmeyecek olana doğanın bir
parçası olduğu ve farkı olmadığı benzerinden?..
Anlatılabilir mi
aslında tek kutsanması gerekenin kıymeti?.. 
Bunca umutsuzluk, bunca karanlık, bunca ölüm, bunca acıdan sonra hala
anlatılabilir mi ki sevgi?..
D.K.
15 Ocak 2022 22:15
17 Ocak 2022
 
Herkesin sonsuzu
kendi ömrü kadardır. 
18 Ocak 2022
Aslında ben de
teşbih amacıyla kullanılan her mefhumu sevmiyorum. Tiyatro da bunlardan biri.
Çok sayıda tiyatrocu arkadaşım var, tiyatroda sahneyi de sahne arkasını da bildiğimden
bu sanat dalına ve harcanan emeğe saygım büyüktür ve seyirci koltuğunda
oturmayı çok severim. Ancak, unutmamak gerekir ki dile oturmuş, yer etmiş
kalıplar var. Misal “çok sayıda tiyatrocu arkadaşım var” cümlesini “birçok
tiyatrocu ile uzun yıllardır hukukumuz var” şeklinde kursaydım kimse alınganlık
yapmazdı. Çünkü buradaki fark hukuk olumluyu, tiyatro ise olumsuzu temsil
ediyor. Hukuk, adaleti, doğruyu aradığından olumlu bir hal alırken, tiyatro ve
genel anlamda gösteri sanatlarında var olan ‘rol yapma’, -mış gibiyi temsil
ettiğinden olumsuz bir hal alıyor. Aslında iki örnekle kısıtladığım teşbih ne
bugünlerdeki hukuk kavramını yüceltici ne de -perdelerini açamayan- tiyatro
kavramını alçaltıcı özelliğe sahiptir. Elbette ben de isterdim, özellikle
siyasette yaşanan müstekreh gelişmeler, senaryo, oyun, sahne gibi gösteri
sanatları ile bütünleşmiş kelimelerle ifade edilmesin. 
 Bazen “rol yapma” dediğimiz gibi “yazma” deriz
ya da “ilaç gibi geldi”, “tedavisi mümkün değil”, “şalterler attı”, “film koptu”,
“muslukları açtı” bazen de “neyzen bakışlı”, “terzi kalıbı”, “manav terazisi” …
ve daha niceleri…
Ve fakat
unutmamak gerekir ki teşbih de sanattır, dili zenginleştirir, ki gösteri
sanatında da teşbihe sıkça yer verilir. O yüzden, her fırsatta verilen her
örnekten “dram yaratmamak” gerekir diye düşünüyorum. Zira sanmıyorum ki alta
yatan amaç görsel sanatları “neşterlemek” olsun…
D.K.
18 Ocak 2022 09:00
19 Ocak 2022
İyice huy
edindim. Saate baktığımda kış ise iki, yaz ise bir saat ekliyorum üstüne... 
Bunalıp derin bir
nefes aldım. Dışarı çıktım, saate baktım... 
“duydun mu,
Ermeni bir gazeteciyi vurmuşlar?” diye soran arkadaşın yüzü geldi göz önüme… 
Yine o uğultuyu duydum...
Göğe uçan
güvercinler yok. Göğsümde çırpınan kanat değil, soluksuz kalmışlığın çaresizliği...
“Kardeşimsin
Hrant!” desem, o çaresizlikte takılıp kalacak. 
Sen gittin, ben kaldım...
Niceleri gitti, biz kaldık... 
Biz dediğime bakma...
Çünkü, olamadık hiç biz. Olsaydık zaten, olabilseydik, gitmezdin sen, gitmezdi niceleri...
Yaşardın, yaşardık...
Ve Inge gideli de
bir yıl oldu…
D.K.
20 Ocak 2022
33 yıldır, her 20
Ocak, ya babamın sevdiği bir yemeği pişiririm ya da onun seveceğini düşündüğüm
bir şey alırım... Bu benim için 50 yaşına girmesine 15 gün kala ölen babama
veremediğim hediyenin telafisi olmasa da tesellisi gibi bir şeydir…
 
Bu yılın hediyesi
ise tesadüfen karşıma çıktı, internet üzerinden, ikinci el kitap satan bir
kitapçıda. Gülibik, Çetin Öner’in Gülibik’i...
Gülibik’i okuduğumda 11 yaşındaydım. Hastanedeydim, ciddi bir ameliyat olmuştum, uzunca bir süre kalmam gerekmişti. Babam, sıkılmayayım diye her gün bir kitap alıp gelirdi. Gülibik de onlardan biriydi. Bugün hala çok derinde, o gün okurken hissettiklerim. Çok ağlamıştım. Sarsıla sarsıla. Hemşire kızmıştı babama, “Nasıl bir kitap almışsınız çocuğa, ağlamaktan dikişleri açılacaktı” diye. Hastaneden eve geldiğimizde, Gülibik, diğer kitapların arasında yoktu, hastanede kaybolmuştur, diye geçiştirdi babam. Tahmin ediyorum, beni üzmüş olmanın iç rahatsızlığı ile kitabı bizzat o kaybetti. Aradan geçen yıllarda başka bir yayınevinden de baskısı çıkmış, almıştım. Ama benim hafızamda hep Cem Yayınevinden çıkan kapak resmi ile yer aldı. Kitabın, Almanya’da da basıldığını hatta filminin çekildiğini de okudum, hatta doksanlı yıllarda Almanya’da ders kitapları arasında yer almış.
İşte, o
kitaplardan biri çıktı karşıma... Kitap elime geçtiğinde, şekli, resimleri,
kokusu farklı olsa da göğsüme bastırdım. Dikiş tutmayan yaramdan, özlemimden
kan akmadı belki ama gözlerim yandı... 
Çetin Öner,
Gülibik’te Binboğa eteklerindeki bir köyün yoksulluğunda yaşanan bir dostluğu,
hiç arkadaşı olmayan bir çocukla, yumurtadan eline civciv olarak çıkan bir
horozun, Gülibik’in dostluğunu anlatıyor. 
Öykü boyunca yer
alan betimlemeler öyle ince ve öyle detaylı ki, okuyucu, karın soğuğunu
ayaklarında hissedip buğdayların dalgalanışlarını görürken dağdan gelen çiçek
kokularını duyuyor. 
Anlatıcı olan
çocuk, yoksulluğu, köy hayatını, doğanın eşsizliğini, eğitimin önemini,
dostluğu içinden geldiği gibi, fikirlerine denetim uygulamadan aktarıyor. 
Aslında çocuk
kitabı olan Gülibik, yetişkinlerin de okuması gereken bir kitap. Hatta
çocuklarını en iyi tanıyan kişiler oldukları için ebeveynlerin kitabı
çocuklarından önce okuyup çocuğunun kitabı okumaya hazır olup olmadığa karar
vermelerinin doğru olacağını düşünüyorum. 
Gülibik’i ve
Çetin Öner’i sevgi ve saygıyla ve elbet babamı sonsuz özlemle anarken, Ahmet
Telli’nin “Çocuksun Sen’ kitabında yer alan ve Çetin Öner’e ithaf ettiği
“Asmin’ şiirinin son üç dizesiyle bitmeli yazı...
“İçimde buharlaşan cıvayı soluyorum artık
Yoruldum yoruldum yoruldum
Gereklilik kipinde yaşamaktan”
Alıntılar:
“Ta o zamandan beri ezbere öğrenilen şeylerden iğrenirim. İnsan, anlamadan öğrendiği şeyleri tez unutuyor. Bu da insanın papağandan farklı bir yaratık olduğunu gösterir.”
“Babam, bir türkü tuttururdu. İnce yanık bir sesi vardı. Nedense hüzün verirdi türküleri bana. Babam, bir kez de türkülerle anlatırdı çiçekleri, toprağı, dağları. Binboğa dağlarından esen yel, babamın anlattığı, o mavi çiçeklerin, mor menekşelerin, sümbüllerin kokusunu da birlikte getirirdi.”
“Ben o zamanlar gökyüzünü Binboğa dağlarına dikilmiş ipekten, mavi bir örtü sanırdım.”
“Düşman, tembel ama obur bir hayvandır. Kendi çıkarı için hiç gereği yokken, öteki canlılara zarar verir. Tembeldir ama sofradan en büyük payı da o alır.”
“Yemyeşil buğday tarlalarından geçerdi yolumuz. Bir deniz gibi dalgalanırdı buğdaylar. Deniz görmemiştim ama deniz, masmavi bir buğday tarlası gibidir, diye düşünürdüm.”
“Bu büyükler, oldum olası böyledirler. Sevinçleri eksiktir nedense. Bir horozun ilk kez ötüşü kadar olağanüstü bir olaya bile sevinemezler.”
“Sevincimi, mutluluğumu birileri ile paylaşmak istiyordum. Ama kimse katılmıyordu buna. Ben de tuttum bir kömür parçası bulup evimizin arka duvarına şu tümceyi yazdım: BUGÜN GÜLİBİK İLK KEZ ÖTTÜ. SESİ ÇOK GÜZELDİ.”
“Kış, köylerde yaşayan insanlar için kötü bir mevsimdir. Açlık ve yoksulluğun en belirgin görüldüğü aylardır kış ayları. Buna bir de hastalıklar eklenince, korku veren bir mevsim olur kış.”
“Siz horozlar konuşmaz diye bilirsiniz, değil mi? O geceki düşü görünceye kadar ben de sizinle aynı kanıdaydım. Oysa horozlar, düşlerde konuşurmuş. Nerden bileceksiniz?”
“Dağlarda büyüyenler, kolay kolay alışamazlar büyük kentlere. Dağın kendine özgü bir kokusu, bir sesi, bir havası vardır. Dağlılar, sık sık dağları özlerler. Ben de çok özledim dağları, en az Gülibik’i özlediğim kadar özledim desem, yeridir.”
“Eskimesinler diye ayağımdan çıkartıyor, elimde taşıyordum pabuçlarımı. Yol ayrımına kadar yalınayak yürüyor, otobüs gelmeden giyiyordum pabuçları.”
“Horoz sevmeyen
çalışkan öğrencilere oldum olası acımışımdır.
Okullarda horoz sevmeyi öğretmiyorlar. Yazık!”
“Satacak bir şey bulamazsak aç kalırız. Üstelik kasaba okuluna gidebilmen için kitaplar, defterler, kalemler almalıyız sana. Ya kasket? Kasketi nasıl alırız Gülibik’i satmazsak?”
“O günden sonra babam durmadan dövüştürdü Gülibik’i. Ama ben dövüşsün istemiyordum. Bütün horozlar arkadaşıydı onun. Niçin dövüşsündü bir nedeni yokken?”
“-Siz yoksullar
yaşam kavganızı üstleninceye kadar, horozlar yüklenecektir bu görevi.
- Ama sen dövüş
horozu değilsin ki. Yenilirsin. Dilim varmıyor ama, belki de ölürsün. Yapma
Gülibik!
-Ben ölü bir
horoz değil, bir amaç uğruna dövüşerek ölmüş bir horoz olmak istiyorum. Bir
amaç uğruna ölüm, bir salgın hastalıkta ölmekten ya da bir kağnı tekeri altında
kalıp can vermekten ya da yakalanıp diri diri kesilmekten çok daha onur verici
bir ölümdür.”
“O Gülibik’ti. 
Arkadaşımdı.”  
D.K.
20 Ocak 2022 00:50
21 Ocak 2022
“O uzanan dilleri yeri geldiğinde kopartmak da bizim görevimizdir.”
Defalarca
belirttiğim gibi, bazılarının sandığının aksine, istedikleri şeriat değil,
şeriat süsü verilmiş diktatörlük. 
Halkta fakirleşme ile yükselen sese gelen sus, hesap sormaya çalışanlara gelen sus, güçlenmesinden korkulan karşı siyasete gelen sus, son özgürlüğe ve kırıntı kalmış adalete gelen sus.
Oysa birileri hala yae hesabı soruyor. Yae’nin hesabı sorulsun elbet, sorulsun ama şimdi değil. Şu an geçmişle hesaplaşmak için vakit yok. Gelecek için hala bir ümit varsa onun ucu tutulmalı, ona sarılıp beraber hareket edilmeli. Eğer kurtarılırsa çocukların, gençlerin geleceği, o vakit herkesten hesap sorulabilir, yargılanması gereken yargılanır hem vicdanla hem hukukla.
Ki şu an ülkenin en acil ihtiyacı bağımsız yargı ve yeniden hukuk devleti statüsüne ulaşma. Yıllardır atanan kayyumlar, belli mercilerdeki görev değişiklikleri hep tek bir amaca, tek bir yere hizmetti. Şu an HDP’nin kapatılmasına 30 gün gibi bir süre verildi. Oluşturdukları şartlar bu kapanmaya elverişli, içten içe sevinenlere de sormak gerek, ardından hangi siyasi oluşumlar yok edilecek, ülkede bir kez daha demokratik bir seçim gerçekleşecek mi?
Üstelik bugünkü cümlenin hedefinde olan kişinin artık gerçekten can güvenliği var mı? Ülkenin başkanı, elinde mikrofon bir kişiyi tehdit ederken, hangi kadın, hangi farklı fikir sahibi can güvenliği olduğunu düşünebilir ki? Ülkede yıllardır siyasi rehineler var. Dört duvar arasında çürütülen ömürler. Öldürülen kadınlar, kaybedilen insanlar...
Bugün sarfedilen
cümledeki tehdit çok açık! Konu ne Adem ne Havva ne Sezen ne de şarkı. Konu,
bizim istediğimiz, belirlediğimiz gibi yaşayacaksınız, sesi yüksek çıkanı en
alasından sustururuz!
D.K.
21 Ocak 2022 17:14
22 Ocak 2022
Hayır o değil de;
havada asılı bir atasözü...
“Tavşan boku gibi ne kokar ne bulaşır” yazsam buraya; kaç kişinin aklında “bana ‘tavşan boku’ dedi” düşüncesi uyanır...
Yani durum
gözleminde, aslında, kendini ‘tavşan boku’ yerine koyan, kendi kendine hakaret
etmiş olur ya da başkasının ‘tavşan boku’ yerine konduğunu iddia eden ulema…
D.K.
24 Ocak 2022
Kendi
doğrularımız var, kendi yanlışlarımız da. Bu olağan. Durup düşünmemiz gereken
ise; o doğrular ve yanlışlar sadece bizim hayatımızı mı etkiliyor. 
D.K.
25 Ocak 2022
O değil de
pandemi ve aşı sürecini çok iyi yöneten(!) aynı zamanda Dünya’nın (!) en
prestijli(!) havaalanını yapan hükumetin yandaşları İstanbul’daki kar kaosunu
ne güzel eleştiriyorlar değil mi? 
D.K.
28 Ocak 2022
Ülkede zırhlı
araç çarptığı için ölen insanlar var, ilk değil, ülkede çocuğunun karnını
doyuramadığı için intihar eden insanlar var, ilk değil, ülkede kayıp yavrusunu
arayan analar, babalar var, ilk değil, ülkede yaşı tutmadığı halde çalıştırıp
iş kazasında ölen çocuklar var, ilk değil, ülkede o ya da bu şekilde
ayrıştırılıp öldürülen insanlar var, ilk değil. Hiçbiri ilk değil! 
Ülkede her gün
yüzlerce insan ölüyor, ihmalden, imkansızlıktan, bilgisizlikten, fakirlikten,
hastalıktan, kötülükten, her gün! 
Yolda yürüyen her
kadın ve dahi çocuk potansiyel istismar ve cinayet kurbanı. Ah ve vah sesleri,
bol ünlemli, ilk değil maalesef son hiç değil!
İnsan onurunun,
insan yaşamının değeri, namus kavramlarınızın üstüne çıkmadığı, insanların
kıyafetleri, ilişkileri, onurlu yaşam haklarının üstünde tutulduğu sürece de
son bulmayacak...
D.K.
29 Ocak 2022
Dünden beri Işın Karaca’nın sözlerine “ben de kız çocuk annesi/babasıyım” diye karşılık verenlere sorumdur; erkek çocuk anne/babası olsanız sorun olmayacak mıydı bir kadına ne giyip ne giymemesi gerektiği konusunda akıl verilmesi...
Yazdım... Sonra “amaan” dedim, ölümler, zulümler unutuluyor ya... Bu da 2 günlük, 3 Ttlik ömrü olan konu...
Birkaç lafla, af istemeyle, parmak sallamayla, gece yarısı kararlarıyla değişmekte olan yönetim sistemine daha hız verilmiş... O da amaaan…
Hem, benim buradan memleketin haline serzenişte bulunmamın, kalkıp, makineden çamaşırları çıkarıp, asmak yerine “daha makineden çamaşırlar çıkarılıp asılacak” yazmamdan farkı yok...
Bireysel eyleme geçip müzik eşliğinde çamaşır asmalı...
Hatta, aman şinanay…
D.K.





