30 Aralık 2022 Cuma

Mart 2021

 1 Mart 2021

 

Gözleri hiç görmemiş biri nereden bilebilirdi mavisini denizin ve kim bilebilirdi maviyi hayalinde nasıl canlandırdığını gözleri hiç görmemiş birinin…

 

D.K.

1 Mart 2021 00:05

  

 6 Mart 2021

Bizden farklı görüneni, düşüneni, hissedeni yani diğerini anlamak, saygı duymak, tolerans göstermek ve hatta sevmek çocukken olağan iken büyürken yaşanan toplumun bize kattıkları ve kaybettirdikleriyle olumlu yahut olumsuz etkilenir.

Tekrar çocukluktaki anlayışa erişmek ise belli bir olgunluk gerektirir. Bu olgunluk ise yaşla alakalı değildir. Bazı insanlar kaç yaşında olursa olsun büyürken kaybettiği olgunluğa bir daha ulaşamaz.

 

D.K.

6 Mart 2021 23:00

 

 

 7 Mart 2021


Üniversitede herkesin saydığı, sevdiği profesörün eşini öldürmesi üzerine yaşanan şokla, kazadır herhalde diye düşündü herkes, ölen kadının günlüklerinden yıllardır gördüğü şiddet ortaya çıkana kadar.

Takibimde olan bir çocuğun (hiçbir şey söylemediği halde) aile içi taciz edildiğini düşünüyorum dediğimde üstlerime, yanılıyor olmalısın iyi bir ailenin çocuğu cevabını aldım. 14 yaşında intihar ettiğinde hamileymiş. Öz baba yine günlükler ışığında sorguda itiraf etmişti tacizi.

Yine öz babası, annesini öldürdüğü için yurda 2 yaş kardeşi ile gelen 15 yaşındaki çocuktan uzun konuşmalar sonrası yanındaki çocuğun kardeşi değil, çocuğu olduğunu, babasının kardeşinin babası olduğunu, annesinin de çocukları alıp kaçmayı planladığı için öldürüldüğünü öğrendim.

Eski oturduğum evde, dışarıdan mutlu aile tablosu çizen komşum, yardım edin beni öldürecek diye kapıma geldiğinde ve onu içeri alırken arkasından koşarak gelen kızına, senin de orospu olmana izin vermeyeceğim diyerek ateş ettiği anı unutmayacağım.

Cinayete, tacize, şiddete meyil maalesef çoğu zaman gözle görülür olmuyor. Ve yine maalesef eğitim, kültür, ekonomik durum da belirleyici değil.

Hiçbir çocuk içine doğacağı aileyi seçemez ve hiçbir kadın yaşayacağı şiddeti, zulmü ön göremez. Görse zaten o insanı hayatına almaz.

Onun için kadın hiçbir “ama o da” yı hak etmez.

Şiddete yatkınlık çocukluk ile yakından alakalıdır. Şiddete yatkınlığı olan kişilerin çocukluğunda mutlaka şiddet izleri vardır.

Farklı kültürlerden, aile yapılarından gelen çocukların hiç olmazsa okullarda eşitlik ilkesiyle bilinçlendirilmesi çok önemlidir. Bu şiddeti tamamen ortadan kaldırmasa da mutlaka azalmasına yardımcı olacaktır.

Almanya’da anaokulundan itibaren çocuklar gözlemlenir. Çocuğun şiddete maruz kaldığı izlenimine kapılan pedagog ihtiyaç görürse önce aileyle konuşur, şiddetten emin ise bunu yetkili makama bildirir ve çocuk takibe alınır. Çocuğun aileden alınması bile mümkündür.

Bir çocuğun ailesinde alınması, kulağa korkunç gelse de çoğu zaman ardında haklı sebepler yatmaktadır.

Şiddete meyilli olan kişi kendi bunun bilincindeyse rehabilite edilebilir.

Ancak şiddetten uzak bir toplumun en temelinde her şeyde olduğu gibi ‘önce çocuk’ vardır. Şiddetten uzak, sağlıklı ve mutlu çocuklar aynı zamanda eşit ve güzel yaşanan, yaşatılabilen bir gelecek demektir.

 

D.K.

7 Mart 2021 19:30

 

20 Mart 2021

 

Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet en çok akşamın geç saatlerinde yahut geceleri yaşanır. Ve bunu destekleyen resmi şiddet de “Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine” kararı ile bu saatlerde geldi.

 

D.K.

20 Mart 2021

 

  

 29 Mart 2021

 

Eylül Notlarından \ Banliyö

'Sirkeci - Halkalı Banliyö Treninin Yükselişi ve Çöküşü' diye bir yazıya denk geldim. Beni yıllar öncesine, çocukluğuma, amcamın öldüğü yıla götürdü. Tren penceresinden gelen esintiyi yüzümde, o esintiyle yayılan babaannemin lavanta kokusunu genzimde hissettim. Yumruya dönüştü o koku. Ağlamamak için üst üste yutkundum.

Amcam öldükten sonra babaannem kelimenin tam anlamıyla hiçbir yere sığamaz olmuştu. Koltukta otururken bir anda ayağa kalkar, hızla balkon kapısını açar, balkon duvarına yaslanıp derin derin nefes alırdı. Yeterince nefes aldığına kanaat getirdikten sonra, önce göğe bakar ardından yavaşça içeri girer, balkon kapısını kapatır, koltuğuna oturur, bir sigara yakardı. "Gevezenin sigarası çabuk söner" derdi daha önceleri ama amcamın ölümünden sonra o kadar az konuşurdu ki hiç sönmezdi sigarası. Bazen birinin dibi ile diğerini yakardı. Mutfakta da uzun süre duramaz olmuştu. O yemek yapmayı çok seven, her gün saatlerce olan azıcık malzemesiyle sofrayı dolduran babaannem, sırf bizi aç bırakmamak adına, kolayına giden, mutfakta çok oyalanmasını gerektirmeyecek yemekleri yapmaya başlamıştı. Bu hiçbir yere sığamamalar zamanla arttı. Balkona çıkıp derin nefes almalar yetmemeye başladı, işte benim tren maceralarım da böyle başladı.

Yenikapı'da oturuyorduk, Fuar Saray Caddesi, Saray Apartmanında. Karşı apartmanda Arif Sağ'ın saz eğitimi verdiği dersliği vardı. Ne çok asker girip çıkardı o apartmana, çok iyi hatırlıyorum. Bazen Çınar'la pencere önünde oturup camdan asker sayardık. Çınar'la bir şeyler saymayı zaten çok severdik. Asansör için ayrılan, mutfak camının baktığı boşlukta, pencere pervazlarına bırakılan ekmek kırıntılarını almaya gelen kumruları sayardık, ön pencereden de geçen arabaları ve minibüsleri. Bu oyun bana tren yolculuklarımda da eşlik etti.

Başlarda haftada bir gün olan tren yolculuklarımız zamanla arttı ve sonunda günlük rutinimiz oldu. Yenikapı tren istasyonuna çok acil bir yere yetişmemiz gerekiyormuş gibi hızlı hızlı yürürdük. Babaannem hem temposuna ayak uydurayım hem de kaybolmayayım diye sımsıkı tutardı elimi. Bilet gişesinden gidiş dönüş bileti alırdı. Her defasında “kıza bilet almam gerek mi?” diye sorardı. Zamanla gişe memuru tanımış, birkaç kez “teyze, her gün gidip geliyorsunuz, abonman alsan daha uygun olur" demişti. Babaannemin her seferinde “istemez” diye karşılık vermesi üstüne bu soruyu sormaktan vazgeçmiş ama daha babaannem sormadan “kıza gerekmez" diyerek gidiş dönüş biletini uzatmaya başlamıştı. Bir seferinde de “teyze, her gün her gün nereye gidiyorsunuz, sorması ayıp” demişti de, babaannem “evet, ayıp! ama hava almaya gidiyoruz" diye cevap verince kırmızılık basmıştı yüzüne. Bir daha da soru sormamış, sadece satışını yapmıştı. Arada bana gülümser ve el sallardı. Kim bilir neler geçerdi aklından.

Yenikapı’da bindiğimiz trenle önce Halkalı ’ya giderdik. Trenden inmez, öylece otururduk. Tren Sirkeci istikametine giderken, Yenikapı’da inmez Sirkeci'ye kadar devam ederdik. Orada da trenden inmez tekrar hareket edene kadar otururduk. Bazı günler trende dolaşan simitçiden simit ya da çatal alırdı bana babaannem. Sessiz sessiz, kırıntı yapmamaya özen göstererek kemirirdim simidimi yahut çatalımı. Ön dişlerim yeni düştüğü için zorlardı beni simidi yahut çatalı yemek. Yine de severdim, vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım bir oyalanmaydı benim için. Babaannem yanına her zaman, biri bana biri kendine evde yapıp bakkaldan alınmış kapaklı cam ayran şişelerine doldurduğu ayranları alırdı. Bu şişelerin kapakları bir süre sonra tutmaz hale geldi mi yahut halkası koptu mu bakkala iade eder yenilerini alır, bir süre de onları kullanırdı.

Konuşmazdık yolculuklarımızda hiç. Başlarda ben çocukluk heyecanı ile bir sürü soru sormuştum. Ancak, amcamın ölümünden sonra çok az konuşan babaannem cevap vermez hatta boş boş yüzüme bakardı. Bir süre sonra da ben soru sormaktan ve konuşmaktan vazgeçmiştim. İşte o zamanlar tren camından dışarı bakarken, sayma oyununu tek başıma oynamaya başladım. Her gün başka bir şeyi sayıyordum, gözümün önünden hızla geçen manzarada. Bazı günler çamaşır asılı balkonları, bazı günler saksı olarak kullanılan yağ tenekelerini, bazı günler renkli boyanmış pencere demirlerini, bazı günler park etmiş arabaları, bazı günler sokakta oynayan çocukları. Her gün sayacak yeni bir şey buluyordum. Bir gün sadece mavi evleri, bir gün sadece sarı arabaları, bir gün sadece kırmızı kazak giymiş çocukları. Her gün başka bir ayrıntıda takılıp kalıyordum. Bugün bile resmin bütününden ziyade belli bir ayrıntısını fark etmemin, o günlerdeki tren yolculuklarımın tortusu olduğunu düşünürüm.

O zamanlar bana çok uzun gelen yolculuğun ardından, Yenikapı’da inip eve yürümeye başladığımızda, hızımız giderken olanın tam aksiydi. Sanki yürümüyor, bir salyangozun sürünüşü gibi ama salyangozdan da yavaş ayaklarımızı hiç hareket ettirmiyormuş gibi ilerliyorduk. Oysa ben asıl dönüş yolunda hızlı hızlı yürümek, biran evvel eve ulaşıp tuvalete gitmek istiyordum. Dönüş yolunda hep çişim gelmiş olurdu. Çişimi tutmaya çalışırken, karnım ağrımaya başlardı. Karnımın ağrısını unutmak için, Çınar’ın o gün saydıklarımı anlatırken beni heyecanla dinleyip, soracağı soruları hayal ederdim. Bu hayal sadece karnımın ağrısına iyi gelmez aynı zamanda eziyet gibi gelen yavaş yürüyüşün avuntusu olurdu.

Halkalı istikametine gitmeyi daha çok severdim. Özellikle Menekşe, Soğuksu ve Kanarya’daki evler çok hoşuma giderdi. Rengarenk boyanmış evler, evlerin önünde oynayan çocuklar ve sarı yağ tenekelerinde rengarenk sardunyalar ve tostoparlak fesleğenler. Sayma oyunu en çok oralardan geçerken keyif ve mutluluk halini alırdı benim için. Ne güzel evler derdim, rengarenk ve ne mutlu çocuklar diye düşünürdüm. Oralarda yaşanan fakirliği, bu fakirliğe dayalı sosyal adaletsizliği ve sorunları o zamanlar ne bilebilir ne de anlayabilirdim.

Çınar’la benim dışarda oynamamıza izin verilmezdi. Ana caddede oturuyorduk, üstelik başta Arif Sağ’ın dersliği olmak üzere civar apartmanlarda ve kerestecilerde sık sık askeri arama oluyordu. Bizim apartmanda çok sık arama olmamasının sebebinin Bahriye Hanımın albay olan oğlu olduğunu söylemişti Fatma Hanım Teyze. Apartmanda yaşı küçük sadece Alp, Çınar ve bendik. Alp hiçbir oyunumuza katılmazdı. Bizi sıkıcı, gürültücü ve hatta şımarık bulurdu. Bize şımarık demesi bizi incitir hatta kızdırırdı. Çünkü şımarıklık bize öğretildiği üzere çok kötü bir şeydi. Alp, bütün gün evde oturur, dayısının Almanya’dan getirdiği Western Playmobilleri ile oynardı. Bizim oyuncaklara dokunmamıza bile izin vermezdi ki zaten biz de oyuncaklarla pek ilgilenmezdik. Alp’in çok güzel kitapları vardı. Benim de kardeş dergilerim ve Ayşegül kitaplarım vardı ama içten içe onun kitaplarını kıskanır, onları biblo gibi kitaplığa sıralayıp okumamasını anlayamazdım. Çınar’da severdi okumayı. Özellikle atlas çok ilgimizi çekerdi. Neyse ki ona bakmamızdan rahatsız olmazdı. Son sayfalarında bayraklar vardı, bayrak tahmin oyunu oynar sonra da atlasta o ülkeyi bularak puanımızı katlardık. Çok gülerdik, gülmemizden rahatsız olan Alp ise bize gitmemizi söylerdi. Aslında annesi devamlı çağırıp, “hadi çocuklar gelin biraz da Alp’le oynayın” demese, Fatma Hanım Teyze de “o da yalnız sıkılıyordur, gidin biraz oynayın” diye ısrar etmese hiç gideceğimiz yoktu. Ve tabii kitaplar da bizi çekiyordu. Çınar da ben de bunca kitabı olan birinin onların içinde kaybolmak yerine her gün aynı oyuncaklarla dışın dışın, dıgıdık dıgıdık diyerek oynamasına anlam veremiyor hatta bunu Alp dahil kimseye söylememiş olsak da asıl şımarığın Alp olduğunu düşünüp onu aptal buluyorduk.

Apartman girişi çok genişti. Orada top oynardık, apartmandakilerin hepsi bizi sevdiği için hiç itiraz etmezdi. Bazı günler okulda öğrendiğimiz lastik oyununu oynamak isterdik, bunun için üçüncü kişiye ihtiyacımız vardı ve Alp’i ikna edemezdik. İlhan Bey Amca bu halimize üzüldüğünden, sandalyesini, gazetesini alır, arada hakemlik yaparak bize oturduğu yerden bacak olurdu. Her kapıyı çekinmeden çalabilir, sıkıştıysak tuvalete girebilir, susadıysak su isteyebilirdik, kim poğaça, börek, kek yapmışsa ilk tabağını hep Çınar’la bana ayırırdı. Büyükler birbirine hep çok saygılıydı, birbirlerine Hanım, Bey diye hitap eder, siz diye konuşurlardı. Sadece aynı haneden olanlar birbirine sen diye hitap ederdi. Bir de biz çocuklara. Okula başlayana kadar da ne Çınar ne de ben bunun başka yerlerle böyle olmadığının bilincinde değildik. Ancak bu saygının büyük bir sevgi ile birbirine bağlı olduğunu, onların komşuluklarının, hayattaşlıkla, dostlukla özdeş olduğunu ilerleyen yaşlarımda geri dönük düşüncelerimde ayrımına varabildim.

Bazı günler, tren yolculuğuna çıkmadan önce babaanneme, Çınar’ın bizimle gelip gelemeyeceğini sorardım. Her seferinde “olmaz” derdi. “Olmazı o kadar keskin bir tonda söylerdi ki hiçbir zaman sebebini sorma cesaretini gösteremedim. Oysa o yolculukların Çınar’la çok güzel geçeceğine çok emindim. Bazı günler gitmek istemezdim, tuvalete gidip ağlardım, apartmanda kalıp Çınar’la oynamak daha cazip gelirdi. Tatil olmasına canım sıkılır ona da ağlardım, okul açık olsa, ödevim var bahanesiyle evde kalabilirim diye düşünürdüm. Ağlamam geçince de kendime kızardım. Babaannemden korktuğum için de kendime kızardım. O çocuk aklımla ağlamamın asıl sebebinin ne tren yolculuğu ne okul ne de Çınar’la oynama isteği olmadığının bilincindeydim. Ben babaannemi özlüyordum. Amcam ölmeden önceki babaannemi. Bana saatlerce hikayeler anlatmasını, gülüp şakalaşmasını ve en çok da öpüp, sarılıp uyutmasını.

Kocamustafapaşa, Yedikule, Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Yenimahalle, Bakırköy, Yeşilyurt, Yeşilköy, Florya, Menekşe, Küçükçekmece, Soğuksu, Kanarya, Halkalı, Kanarya, Soğuksu, Küçükçekmece, Menekşe, Florya, Yeşilköy, Yeşilyurt, Bakırköy, Yenimahalle, Zeytinburnu, Kazlıçeşme, Yedikule, Kocamustafapaşa, Yenikapı, Kumkapı, Cankurtaran, Sirkeci, Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı.

Tren penceresinden gelen esintiyi yüzümde, o esintiyle yayılan babaannemin lavanta kokusunu genzimde hissettim. Yine oturdu o yumru boğazıma. Yutkundum. Yutkundum. Gitmedi bu sefer. Ağlasam ne olur sanki. Hala babaannemi özlüyorum, her haliyle. Tren yolculuğunu, Saray Apartmanının kokusunu, komşuluğunu, babaannemi, Çınar’ı, amcamı ve en çok da babamı…

Oysa ne Banliyö var artık ne Saray apartmanının sakinleri. Yıllar önce gitmiştim, keresteciler de yoktu. Her yer iş yeri en çok da Oto Yedek Parçacısı olmuştu. Gürültülü ve çirkindi her şey…

Kocamustafapaşa, Yedikule, Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Yenimahalle, Bakırköy, Yeşilyurt, Yeşilköy, Florya, Menekşe, Küçükçekmece, Soğuksu, Kanarya, Halkalı, Kanarya, Soğuksu, Küçükçekmece, Menekşe, Florya, Yeşilköy, Yeşilyurt, Bakırköy, Yenimahalle, Zeytinburnu, Kazlıçeşme, Yedikule, Kocamustafapaşa, Yenikapı, Kumkapı, Cankurtaran, Sirkeci, Cankurtaran, Kumkapı ve Yenikapı.

Uyumak istiyorum…

 

D.K.

29 Mart 2021 00:09 

Not: Revue yayın tarihi; 19 Mayıs 22