30 Nisan 2023 Pazar
29 Nisan 2023 Cumartesi
21 numaralı kampta yine yangın çıkarttı Rohingya gençleri. Geldiğimin üçüncü günü de aynı yerde yangın çıkmış, büyümeden müdahale edilmişti. Bu kez müdahale yine çok çabuk oldu. Kamptaki yangınlar arttığı için BM'nin talimatıyla, Bangladeş hükümeti, kampta itfaiye ekipleri bulunduruyor. Yine de yüzlerce bambudan yapılış konteyner kullanılmayacak halde yandı bir o kadarı da fazlaca hasar aldı. Tam hasar ancak yarın gün ışığında anlaşılacak.
Yangında yaralanan olmadı. Çünkü Rohingyalar, yangınları birbirlerine zarar vermek için değil, dünya basınında kendilerinden söz ettirmek için çıkarıyor. Yine de can kaybı olmasa da bu yangınların Rohingyalara zararı çok büyük. Sahip oldukları azıcık şey veya daha önemlisi evrakları bu yangınlarda yok oluyor. Bir çok Rohingya evraklarını boyunlarına bağladıkları bez çantalarda korumaya çalışıyor. Üstelik hayatta kalsalarda uzun süre başlarını sokacak yeni bir evleri olmuyor. Oysa bu yangınlar bazı haber sitelerinde ufacık bir haber olarak yer alıyor, basılı yayına ise neredeyse -hele Avrupa'da- hiç yansımıyor. Dünyanın gözü ve kulağı buraya tamamen kapalı.
[33 yaşında bir baba, "Yangında sığınağımı, tayınlarımı ve Myanmar'dan yanımda getirdiğim tüm belgeleri kaybettim" dedi.
“Kendi çocuklarım dışında barınağımızdan yanımıza hiçbir şey alamadık. Yangından kaçmak için koşmak zorunda kaldık ve çocuklarım bu trajedilerle karşı karşıya kaldıkları için travma yaşıyorlar.” ]
Burada yaşayan insanlar, etnik kıyımdan kaçtıkları için sığındı. Myanmar hükümeti, Rohingyaların kendi topraklarında yaşama haklarını ellerinden aldıkları için. Oysa buradaki yaşantılarına hayat demek çok zor.
Kutupalong'da çocuk olmak nasıl bir şey diye sorulsa bana; çocukları çok seven ben, keşke hiç doğmamış olsalardı, derim. Buraya gelen, burada doğan çocuklar, oyun parkları, okulları, oyuncakları olsa da aslında hiç çocuk olamamış, ufak tutsaklar. Bu çocuklar, bir gün bu kamptan başka bir yerde yaşama imkanına sahip olursa hayata uyum sağlamakta çok zorlanacaklar. İçim acıyor!
Yangın asıl orada yaşayanların yüreğinde, ruhunda..
Yangını çıkartan gençler Bangladeş polisine teslim edildi, ardından mahkemeye çıkarılacaklar. Bu tür davalarda Bangladeş hükümeti, kundakçıların Myanmar'a geri gönderme taraftarı lakin BM bunu kabul etmiyor.
Bugünkü yangına değin bu yılın başından bu yana büyük küçük otuz iki yangın çıkmış. En büyüğü 5 Marttaki yangın. O yangında Balukhali 11 nolu kampta 2805 barınak kullanılmaz hale gelmiş ve 15.925 Rohingya evsiz kalmış. Başka kamplara dağıtılan Rohingyalar arasında da yer sorunlarına bağlı ek huzursuzluklar yaşanmaya başlamış. Bloklar arasında çeteleşen Rohingya gençleri var. Bu çete savaşlarına sebebiyet veriyor. Sadece bu yıl bu çete savaşlarında ölen, öldürülen genç sayısı 24. 5 Marttaki yangını çıkaran gençlere ağırlaştırılmış 8 yıl hapis cezası verilmiş. Gençlerden biri hapishanede kendini öldürmeye çalışmış ancak müdahale edilmiş. BM gence haftada bir görüştüğü psikolog tayin etmiş. Tabii tüm bunları burada öğrendim, dediğim gibi, bu haberler basına yansımıyor.
Çoğu Rohingya, Myanmar'ı terk ettiği için pişman ve geri dönmek istiyorlar. Ölmek pahasına da olsa dönmek, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK), buna da izin vermiyor. UNHCR, Myanmar'ın kuzeyindeki Arakan Eyaletindeki koşulların "Arakanlı mültecilerin sürdürülebilir dönüşüne elverişli olmadığını" söylüyor. Rohingyalar, Myanmar'dan Bangladeş'e gelirken, burada sadece belli bir süre kalacaklarına, BM'nin Myanmar'daki sorunları çözüp geri döneceklerine ya da buradan başka ülkelere gönderilip özgür yaşayabileceklerine inanıyorlardı. Oysa 6 yıldır, günden güne büyütülen kampta yaşıyorlar. Daha önce de demiştim ya; burası dünyanın en büyük mülteci kampı değil, burası dünyanın en büyük açık hava hapishanesi ve 2 mayıs, salı günü kampa UNESCO tarafından bir ünite daha eklenecek, Kütüphane.
Ve ben yarın çocuklara kitap okumanın ne güzel bir şey olduğunu anlatacağım.... İçimde, çocukların kitaplarda anlatılan dünyayla gün gelip tanışıp tanışmayacaklarının kaygısı, kitaplarda anlatılan dünyaya dair kuracakları hayaller ve o hayallere ulaşma şanslarının imkansıza yakın olma ihtimalinden kaynaklı yaşayacakları hayal kırıklığının büyüklüğüne dair acı..
Ah!
Ah çocuklar! Canım çocuklar!
Faşizmin milliyeti olmaz.
Faşizmi, Türk'e Kürt'e Laz'a Çerkes'e ayırmadan karşı durmak gerek. Zaten karşı dururken ayrıştırıyorsan, faşizme olan yaklaşımın "ırkçı değilim ama..." düzeyindedir.
Ahmet Şık'ın videosunun öncesini sonrasını bilmiyorum hatta orada olanlar dışında kimse bilmiyor.
Ahmet Şık'ı ne savunacağım ne de yargılayacağım, bu benim işim değil.
Lakin, kimse de Halkların Demokratik Partisinin içinde (Halkların altını çiziyorum) Kürt milliyetçiliğinin olmadığını savunmasın. HDP'nin hem parti tabanı hem de seçmeni arasında mevcuttur Kürt milliyetçiliği.
Videoda bir cümle kurmuş Ahmet Şık "Selahattin’i çıkar HDP’den, ortada HDP kalmıyor." Ahmet Şık'ın bu cümlesindeki niyeti bilmiyorum. Lakin aynı cümleyi ben de kurabilirim, ki benzerini kıymetlimle ikili sohbetimiz esnasında kurdum.
Tam olarak şöyle demiştim: "Selahattin Demirtaş eksikliği parti tabanında çok hissediliyor. Demirtaş, tutsaklığında dahi partiden daha çok varlığını hissettirdi halka. Çünkü gerçekte, HDP, halka 6-7 yıl öncesi kadar iyi ulaşamıyor. HDP'nin sabit seçmeni haricinde geçmiş seçimde HDP'ye oy vermiş olanlar arasında şu an azımsanmayacak sayıda insan TİP'e yöneldi."
Bana bu cümleyi kurduran HDP'nin kendi içindeki tutarsız davranışları ve Kürt olmayan seçmenine yaklaşımı oldu.
Unutulmamalı ki Selahattin Demirtaş'ın tutsaklığı devam ediyor. Ve Demirtaş, bu tutsaklığı esnasında, ailesinden, dostlarından, mesleğinden uzaklaştırılmış haldeyken (bile) hep birleştirici, barışçıl oldu. Tutsaklığının öncesinde de tutsaklığı esnasında da sözünü esirgemedi ve söylediklerinin ardında durdu.
Demirtaş asla "bildiklerimizi anlatırsak" cümlesini kurmadı. Çünkü Demirtaş, varsayımla konuşmaz, söyleyeceği varsa dolandırmadan, tehdit etmeden söyler. Kaldı ki neyin hesabı yapılmıştı da "bildiklerimizi anlatırsak", "beklediğimiz şeyler var, anlatacağız bildiklerimizi" cümlesi kuruldu ve sonrasında -ülkece girdiğimiz çıkmazdan kurtulmaya çalışırken, arkası yarın fragmanlarından bıkmışken- ne oldu da susuldu.
Demirtaş asla başka halklardan insanların da olduğu bir ortamda ısrarla sadece Kürtçe konuşmadı ve asla "Kürtçe bizim ana dilimiz ve HDP bir Kürt partisidir, o yüzden Kürtçe konuşacağız" demedi. Kürtçe ana dildir. Ana dil haktır. Lakin ana dili Kürtçe olmayanların yanında herkesin anlayacağı bir dilde konuşmak yapıcıdır, adildir, eşitlikten, barıştan, kardeşlikten yana duruşun ifadesidir.
Demirtaş asla "HDP'nin Türk (eş) başkanı olamaz, biz mecliste Kürt halkını temsil ediyoruz" demedi. Demirtaş her zaman halkların kardeşliğine vurgu yaptı.
Demirtaş, HDP'nin kendi içinde yaşadığı sorunları asla dışarı, basına, fesata malzeme etmedi.
Demirtaş hem HDP'nin içinde dengeyi korudu hem halkları kalbindeki yerini.
Tekrar Ahmet Şık'a dönecek olursam; Ahmet Şık'ın o kısacık videodaki sözleri ve dahi sonrasındaki iki satırlık özür twitine söyleyecek fazla sözüm yok. Ancak dünden bu yana, Ahmet Şık, Kürtlere "faşist" dedi, minvalinde -büyük- tartışmalara neden olan "Bu ülkenin Türk faşisti var bir de Kürt faşistiyle uğraşamam" cümlesinden ne 'Türklerin tamamı faşisttir' ne de 'Kürtlerin tamamı faşisttir' anlamını çıkarılamaz. Gel gör ki; ben bu cümleyi, faşizmle her anlamda, milliyet ayırmadan uğraşmayacaksan; mecliste beni temsil edemezsin, diye karşılarım.
27 Nisan 2023 Perşembe
Kuş lokumu..
Rengarenk, küçücük, yumuşak şekerlemeler..
Yıllar var yemedim..
Bugün bulsam yer miyim, onu da bilmiyorum. Herhalde yemem, yiyemem..
Bende anısı, kendisinden tatlı..
Ufacık bir paketi arasında bölüşen kardeşler..
Hatta herkese eşit pay olsun diye bıçakla ufacık lokumu bile bölüp pay eden..
Artık beşe bölemeyiz ki bir avuç lokumu..
Kendime sorduğum soruyu Tarık ve Özlem'e de sordum..
En son ne zaman kuş lokumu yediniz, diye..
Onlar da yememiş..
Olsa, dedim, olsa yer miydik?..
"Sanmam" dedi Özlem, "Üçe bölemeyiz" dedi Tarık..
Yanınızda olmak, size sarılmak için neler vermezdim..
Önümüz yaz, geleceğiz yine bir araya.. Sevilsiz.. Sinansız..
Biz yiyemeyiz biliyorum ya, bu yaz çocuklara kuş lokumu hediye edelim..
Sabah dokuzda elçilikte olmak için; hakkında çok az şey bildiğim bir ülkede, kendimi pek de güvende hissetmediğim halde, dün gece 11'de yola çıktım. Elçilikte oyumu kullanıp neredeyse dokuz buçuk saat süren yolu geri döndüm. Aşırı uykum olduğundan otobüste gözümü kapamama mücadelesi verdim. 1 oy için, 1 karşı oy için; yirmi saat yollardaydım. Kendimi yol boyunca; ülkemin geleceğinin ampul karanlığından kurtulup gün ışığına kavuşması için, diye avuttum..
26 Nisan 2023 Çarşamba
21 Nisan 2023 Cuma
Almanya'da Corona -koruma- önlemleri artık tamamen sonlandı ve üç yılın ardından Almanya'da Paskalya tatili süresince bunun kutlamaları yapıldı. Peki, her şey yolunda ve pandeminin izleri tamamen hayatımızdan çıktı mı?
20 Nisan 2023 Perşembe
Aşure
Bir
tepsi aşure vardı Çetin’in elinde apartmanın kapısında karşılaştığımda, biraz
utanmıştı sanki onu aşure dağıtırken gördüğüm için. Onu daha fazla utandırmamak
için bir şey demedim, apartmanın ağır kapısını itip onun geçmesini sağladım.
Giriş katındaki kapıya geldiğinde tepsiyi tek eliyle tutmaya çalıştı, olmadı,
dirseği ile zile uzanmaya çalıştı yine olmadı. Gülümsedim, “dur, ben basarım
zile” dedim, yüzü kızardı. Kapıya Asiye abla açtı. İkimize baktı, Çetin kısık
bir sesle “annem aşure yaptı, buyurun” dedi. Asiye abla, “sağ ol evladım,
istemez” dedi, kapıyı kapattı. Şaşırdım ama bir şey demedim. Metin merdivenlere
doğru ilerledi, “bekle biraz, otomatik söner şimdi, yeniden yakıp öyle devam
edelim” dedim, durdu. Otomatik düğmesine tekrar basınca önde o arkada ben
çıktık ilk kata. İlk Cemile teyzenin ziline bastım, Cemile teyzenin ayaklarını
sürüyerek ilerlediğini belli eden terlik sesi duyuldu. Daha kapı açılmamıştı ki
karşı kapıdan Esra Hanım’ın sesi duyuldu, Çetin o yana döndü, tepsiyi uzattı ve
“annem, aşure yaptı, buyurun” dedi. Esra Hanım ikimizi de tepeden tırnağa
süzdü, “aman yok” dedi kapadı kapıyı, Cemile teyze açmadı, ters istikamette
terliklerinin yere sürtme sesi duyuldu. Tam merdivene yönelmiştik ışık döndü,
yeniden bastım düğmeye. İki kapının da ziline basıp ortada bekledim, yanımda
Çetin, kimse açmadı. Bir üst katta bizim daire ve Mercan ablanın dairesi vardı.
“Mercan abla iştedir” dedim, otomatiğe basmak için bekledik ve bir üst kata
çıktık. Tantik Martha’nın ziline bastım, karşı daire boştu. Biraz bekledik açtı
tantik Martha. Yüzünde kocaman bir gülümseme, “hoş geldiniz, hoş geldiniz,
aşure mi dağıtıyorsunuz?” diye sordu “evet, Çetin’in annesi yapmış ama kimse
almadı” dedim. “Oh oh ne ala bize kalmış hepsi demek ki” dedi. Tepsiyi Çetin’in
elinden aldı, “gelin içeri çocuklar, kaseleri boşaltıp yıkayayım” dedi. Çetin
“yok, biz bekleriz” dedi bense “gel çekinme, tantik Martha benim teyzem,
girelim” dedim. Utana sıkıla terliklerini çıkardı, girdik, ardım sıra tantik Martha’nın
mutfağına geldi. Ben alışık hareketlerle mutfak masasının sandalyelerinden
birine oturdum, Çetin önce sırtı bize dönük tantik Martha’ya sonra bana bakıp
oturdu. Tantik Martha kaselerin içindeki aşureleri tek tek büyükçe bir kaseye
boşaltırken sanki kendi kendine söylermiş gibi “pek sever Agop aşureyi, pek iyi
oldu, pek ala oldu” diyordu. Aşureyi döktüğü kaseyi buzdolabına koyarken
dolaptan dikdörtgen bir kap çıkardı, tekrar tezgaha dönüp başının üstündeki
dolaptan iki tabak çıkardı. Bize döndüğünde iki elinde içinde çikolatalı pasta
olan birer tabak tutuyordu. “Madem biz tatlı olarak aşure yiyeceğiz, pastayı
siz yiyin” dedi gülümseyerek. Çetin çekingen bir sesle “teşekkür ederim, ben
tokum” dedi. Bunun üstüne tantik Martha, “e daha iyi ya, yemek üstüne tatlı
niyetine olur” dedi sıcacık gülümseyerek. Kalktım, tantik Martha’nın yanağından
öptüm sonra Çetin’e dönüp “bu dünyanın en müthiş pastası, yemezsen pişman
olursun” dedim ve ekledim “ama illa da huysuz komşular gibi ‘aman yok, istemez’
diyeceksen, ben seninkini de yerim” dedim. Aman yok, derken sesimi Esra
Hanım’a, istemez, derken de Asiye ablaya benzetmeye çalıştım. Çetin güldü.
Gülmesine sevindim, tabağı önüne çekip yemeğe başladı, ilk çatalı yavaşça
götürmüştü ağzına, sonra hafif hızlandı, son lokmada daha ağzındakini yutmadan
“çok güzeldi gerçekten, elinize sağlık tantik Martha teyze” dedi. Güldüm ve “ya
teyze ya tantik demelisin, çünkü tantik zaten teyze demek. Hem demedim mi sana,
dünyanın en güzel pastası” derken, tantik Martha gülerek “afiyet, şeker, bal
olsun çocuklar” dedi. Biz pastalarımızı yerken o çoktan kaseleri yıkamış,
kurulamış, üst üste tepsiye koymuştu. En üsttekinin içinde leblebi şekeri
vardı. Bana “istersen sen Çetin’i yolcu et, baban gelene kadar burada otur”
dedi. “Olur” dedim. Lakin Çetin’in aklı tantik ve teyze ikileminde kalmıştı, “niye
tantik?” diye sordu. Tantik Martha gülümseyerek, “çünkü biz Ermeni’yiz ve
Ermenicede teyze, tantik demek” dedi. Çetin anlamış olmanın memnuniyetiyle
gülümsedi. Çetin, “biz de Zaza’yız, Zaza dilinde teyze halti demek” dedi. Halti
(Xaltî) derken Çetin h harfine benzeyen ama sanki r ile yuvarlanmış bir ses
çıkarmıştı. “Benim dilim dönmedi ama istersen Martha halti diyebilirsin, ben de
duya duya alışırım” dedi tantik Martha sevimli bir şekilde. Çetin kapıda
terliklerini giydikten sonra başıyla onayladı. Tantik Martha tepsiyi Çetin’e
uzattı, Çetin’in leblebi şekerlerine baktığını görünce “adettir, komşudan gelen
tabak geri boş verilmez, anneciğine teşekkürlerimi ve selamımı ilet çocuğum”
dedi. Gülümseyerek “peki” dedi Çetin. Birkaç basamak inmişti ki arkasına dönüp
“pasta için tekrar teşekkür ederim halti Martha” dedi. Ona “Zaza dilinde de
önce teyze sonra isim mi söyleniyor?” diye sordum, “yok, tantik Martha gibi
olsun istedim” dedi. Apartman kapısına geldiğimizde demir kapıyı açtım, Çetin
çıktı, karşı apartmanın açık kapısından içeri girene kadar bekledim. Tam arkamı
dönüp yukarı çıkacakken Çetin seslendi “teşekkür ederim” diye. Gülümsedim ve el
salladım.
Tekrar
yukarı çıkarken az önce bize kapıyı açmayan Cemile teyzeyi kapıda bekler
buldum, bana suratında anlamlandıramadığım bir ifadeyle bakıyordu “yedin mi kız
o aşureden?” diye sordu. Sahi, kendimize aşure almayı unutmuştum, tüh, babam da
sever aşure. Bunları düşünürken “yok, yemedim” dedim, dalgın. “İyi ki yemedin”
dedi, ben de içimden, iyi ki yemedim, babam da yiyemeyecek çünkü diye
düşünürken, o, “onlar Alevi, Alevilerin elinden yemek yenmez, pis olur onlar,
hem aşureye dede idrarı katıyorlar” dedi. Neye uğradığımı şaşırdım, bir anda
buz kestim, midem bulandı. Koşarak tantik Martha’nın katına çıktım, ben zile
basmadan kapıyı açtı “ne oldu çocuğum sana, yüzün bembeyaz olmuş, ne oldu?”
diye sordu. İçeri girdim, mutfak masasında az evvel Çetin’in oturduğu
sandalyeye oturup alt katta bana söylenenleri anlattım. Omzumu tuttu tantik Martha,
elini omzumdan koluma, kolumdan elime indirip, elimi bırakmadan, az önce benim
oturduğum sandalyeye oturdu. “Bak çocuğum, yüzüme bak” dedi, baktım, başını
iyice yüzüme eğip “bazı insanlar, kendileri gibi olmayan ya da kendilerinden
görmek istemedikleri insanlara karşı ön yargılı davranırlar. O insanları
tanımadıkları gibi tanımak için de çaba göstermezler. Kendilerine anlatılan
hurafelerden uzaklaşmak zor gelir ama o hurafelere inanmak hatta birine bin
katmakta zorlanmazlar. Benim için, Agop amca için hatta baban için de durum
farklı değil. Biz onların çizdiği çemberde değiliz ama bu iyi bir şey, bu
sayede çemberin dışını da bilen, o çemberin içinde de dışında da yaşamaya
cesaret eden insanlarız. Bak benim mutfağıma, pis mi, babanın mutfağı pis mi?
Değil, eminim Çetin’in annesinin mutfağı da pırıl pırıl. Siz elinizdeki tepsi dolu kapımı çaldığınızda,
ben, tahmin ettim ne olduğunu, o yüzden, Çetin’in annesi üzülmesin, diye tüm
kaseleri boşalttım, oysa iki kişiyiz, iki kase yeterdi. Ama Çetin o kaseler
dolu dönseydi eve, annesi çok üzülürdü. Ve emin ol, Agop amcan da ben de gönül
rahatlığıyla, seve seve yiyeceğiz o aşureyi ve yerken Rab’a ve Çetin’in
ailesine bizi düşündükleri, ayrı tutmadıkları için minnetle dua edeceğiz.”
Tantik Martha derin bir iç çekti, yanağından bir damla yaş sürülüyordu, boşta
olan elimle onu sildim, o ise avucunda tuttuğu elimi dudaklarına götürüp öptü.
“Sen iyi bir çocuksun, babam iyi bir adam, eve gelince ona bunları anlat, onun
da söyleyecekleri olur sana, o daha doğru anlatır.” Başımı salladım ve
“anlatırım elbette, ben zaten her zaman, her şeyi anlatırım babama” dedim.
“Aferin sana güzel çocuğum” dedi tantik Martha.
Bir süre
daha oturduk mutfak masasında elim tantik Martha’nın elinde. Sonra kalktı
ayağa, “hadi sen ödevlerini yap, ben de akşamın yemeğini hazırlayayım” dedi.
“Peki” dedim ama daha kitaplarımı, defterlerimi çantamdan çıkartmadan kapı
çaldı, tantik Martha’nın açtığı kapıdan babamın sesini duydum, “Merhaba Martha
Hanım, rahatsız ediyorum ama benim tavşan burada mı?” diye soruyordu. Kapıya
koştum, “burada” diye seslenip eğilmesi için karnına dokunup yanağına koca bir
öpücük kondurdum, ardından çantamı aldım, tantik Martha’yı da öpüp teşekkür
ettikten sonra yaşananları bir an evvel babama anlatmak için merdivenleri
çabucak inip kapıda beklemeye başladım. Babam da teşekkür etti tantik Martha’ya
ve “Agop Bey’e sevgi ve selamlarımı iletin lütfen” dedi. Kapının önünde
beklerken sabırsızlığım üst düzeye varmış olmalı ki babam gülerek “birisinin
tuvaleti gelmiş anlaşılan” dedi, “yok” dedim ve sanki içeri girmemizin
hızlanması buna bağlıymış gibi babamın kolunu çektim.
İçeri
girer girmez çantamı koridorda bırakıp oturma odasında kendimi koltuğa attım ve
babamı yanımdaki boş yere elimi vurarak çağırdım, babam bu hareketi nedense
komik buluyordu, o yüzden bende alışkanlık olmuştu. Geldi oturdu yanıma “çıkar
bakalım dilinin altındaki baklayı” dedi. Ona her şeyi, ta apartman kapısında
Çetin’le elinde tepsiyle karşılaştığım andan itibaren yaşananları sırasını bozmadan,
hiç atlamadan anlattım. Babam derin bir nefes aldı, nefesi bir süre tuttu ve “huh”
diye bir sesle nefesi geri saldı. “Hadi kalk” dedi. “Nereye?” diye sordum. “Çetinlere”
dedi. Elini tuttum, nedenini almamıştım ve bir açıklama bekliyordum. “Bize
aşure almamışsın, Gülsüm Hanım’a soralım aşure kalmış mı diye, kalmışsa birer
kase de kendimize alalım” dedi. Güldüm ve “hadi” dedim. Cemile teyze ve Esra Hanım’ın
oturduğu kattan geçerken babam yüksek sesle “Bize aşure almayı nasıl unutursun,
kim bilir ne güzel olmuştur, kalmıştır umarım” diyerek bana göz kırptı. Çetinlerin
oturduğu apartmana girerken bizim apartmana baktım, babam sesini duyurmuştu
anlaşılan, Esra Hanım pencereden bize bakıyordu, benim baktığımı görünce
perdenin arkasına geçti.
Babam
ikinci kata geldiğimizde hangi kapı Çetinlerin diye sordu, kapının önündeki
terliklere bakıp soldakini gösterdim. Saçımı okşadı ve kapı ziline bastı. Kapıyı
Gülsüm teyze açtı. Gülsüm teyze önce bana sonra babama baktı, o sırada Çetin de
Gülsüm teyzenin arkasında belirdi. Babam “Gülsüm Hanım kusura bakmayın rahatsız
ediyoruz, çocuklar bugün aşure dağıtırken dalgınlıkla benim payımı unutmuşlar,
eğer kaldıysa bir kase ve ayıp saymazsanız iki kase rica edebilir miyim?” diye sordu.
Gülsüm teyze güldü. “Hiç ayıp olur mu? Gelin, içeri buyurun, burada beraber
yiyelim” diyerek içeri buyur etti. Babam ikiletmeden çıkardı ayakkabılarını ve
içeri girdi, ben de arkasından. Bizi oturma odasına yönlendirirken Gülsüm teyze
Çetin’e “terlik ver oğlum” dedi. Babam “hiç gerek yok, iyi böyle” dedi. Gülsüm
teyze “nasıl rahat edecekseniz” dedi ve kısa bir süre sonra elinde bir tepsi
içinde dört kase aşure ile döndü. Babam daha ilk kaşığın ardından “ellerinize
sağlık Gülsüm Hanım” dedi. Gülsüm teyze mahcup “afiyet olsun” dedi. Ben kasemdeki
aşureyi bitirince boş kaseyi tepsiye koymak üzere ayağa kalktım, kase elimde
Gülsüm teyzeye “elinize sağlık Gülsüm xaltî” dedim ve onay bekleyen gözlerle Çetin’e
baktım, Çetin gülümsedi, Gülsüm teyze de “afiyet olsun kuzum” dedi, ikinci
hecedeki u harfini uzatarak. Sonrasında babam ve Gülsüm teyze arasında havadan
sudan diye tabir edilecek konuşmalar geçti. Babam ayağa kalktı ve “tekrar
teşekkür ederiz Gülsüm Hanım, zahmet verdik size, lakin çok güzel olmuş aşureniz,
ellerinize sağlık” dedi. Gülsüm teyze de kalktı ayağa, “çay koydum, demleniyor,
Hasan’la Gonca da gelir birazdan, oturun” dedi. Babam bana baktı, “ödev durumun
nasıl, yetiştirebilir misin?” diye sordu, “tabii” dedim. “Peki o zaman” dedi ve
oturdu tekrar. Şimdi de Çetin’le konuşuyordu, okulu, arkadaşlarını sordu, biraz
da Beşiktaş’tan bahsettiler. Çetin gururla, “ablam, Ali’yi tanıyormuş, o da
ablamın fakültesinde öğrenciymiş ama her zaman gelmiyormuş okula” dedi sonra da
üzgün ilave etti “ablamdan benim için imza almasını rica ettim, olmaz, dedi,
ayıpmış”. Babam gülümsedi, “vardır ablanın bir bildiği” dedi. Çok geçmeden kapı
çaldı, önden Hasan amca girdi odaya, ardından Gonca abla. Babam ayağa kalktı,
Hasan amca babama elini uzattı, çok içten bir şekilde “hoş geldin can, çok
memnun ettin bizi” dedi. Babam ise “hoş bulduk, teşekkür ederim, asıl ben
memnun oldum” dedi. Gonca abla da geldi önce babama sonra bana “hoş geldin”
dedi. Gonca abla, Gülsüm teyzeyle mutfağa gitti, sonra iki tepsiyle döndüler,
hemen masayı kurdular tepsidekilerle, Hasan amca seslendi, “hadi herkes elini
yıkasın sonra sofraya” dedi. Önce babam kalktı ve Hasan amcanın gösterdiği yöne
ilerledi ben de ardından, ellerimizi yıkadık, Çetin kapıda bize havlu uzattı.
Sonra masaya geldik, Gülsüm teyze bardaklara çay doldurdu, Çetin ve benim
bardağıma çok az dem koydu, üstüne de sürahiden su ekledi. Hasan amca babama
şekeri uzattı, “kıtlama istersen o da var” dedi, babam “bu iyi, teşekkür ederim”
dedi ve şekerlikten bir küp şekeri ortadan bölmek için eline aldı. Hasan amca
eline bir küp şeker aldı ve babama dönüp “şekeri dudağının arasına al, tam
ortasına üfle sonra kır, daha kolay kırılır” dedi ve elindeki şekeri kırdı.
Babam, Hasan amcanın gösterdiği gibi yaptı, gülümseyerek “gerçekten kolay
kırıldı” dedi ve bir yarımı bardağa atıp diğer yarımı bardağın tabağına koydu.
Masada
yuvarlak bir tepside üst üste dizilmiş börek gibi bir şey vardı. Bir tabakta
biber, bir tabakta domates, bir tabakta peynir, bir kasede de zeytin. Ama kimse
uzanıp tabağına bir şey almayınca Gülsüm teyze “e hadi buyurun” dedi. Benim
tabağıma börek sandığım şeyden koydu ve “kete bu” dedi, “ye bakalım sevecek
misin?”. Sevmek ne kelime, bayıldım. “Eline sağlık Gülsüm xaltî” deyince ben,
Hasan amca yüksek sesle güldü, ben yanlış mı söyledim endişesiyle Çetin’e
baktım, bunu fark eden Hasan amca “xaltî demeyi ne zaman öğrendin, hem ne güzel
söyledin” dedi, içim rahatladı, “bugün öğrendim, Çetin öğretti” dedim. Çetin de
gülümsedi ve ben de “tantik” demeyi öğrendim dedi. “Öyle mi, peki neymiş tantik”
diye sordu, Çetin “xaltî” diye cevap verdi, hep beraber güldük, o söyleyince
daha farklı geliyordu kulağa, ilk harfi doğru telaffuz etmek için biraz
çabalamam gerekecekti. Yemeğimizi yiyip sofra toplandıktan sonra da bir süre
oturduk. Sonra babam tekrar müsaade istedi. Hasan amca, “müsaade sizin, ama
bilin ki bizi çok memnun ettiniz, yine gelin lütfen, malum burada pek komşumuz
yok bizim, gelen gidenimiz ancak akrabalarımız” dedi. Babam “çok memnun oldum
ve niye daha önce birbirimizi ziyaret etmemişiz üzüldüm” dedi ve ekledi “biz de
bekleriz, Gülsüm Hanım kadar gelmez elimden elbet ama ben de isterim sizi
ağırlamayı.” Hasan amca, “başım gözüm üstüne can ama önce hanım ve beyi
kaldırsak mı aradan” dedi. Babam “memnuniyetle” diyerek elini sıktı Hasan
amcanın, ardından da Gülsüm teyze ve Gonca ablanın, Çetin’in de başını okşadı.
Kapıdan çıkarken Gülsüm teyze babamın eline bir poşet tutuşturdu, “biraz aşure
ve kete koydum size” dedi, babam elini poşete uzattı “niye zahmet ettiniz,
teşekkür ederim” dedi. Sonra Gonca ablanın elinde tuttuğu peçeteye sarılı
paketi de bana uzattı, “bunu da tantik Martha’ya verir misin, ona da kete
sardım” dedi. Gülümsedim, kim bilir nasıl sevinir diye düşündüm ve bunu hemen
ona da söyledim “teşekkür ederim, çok sevinecektir tantik Martha.”
Apartmandan
çıktığımızda babam bizim apartmana baktı, Esra Hanım yine perdenin arkasına
geçti, babamla birbirimize bakıp güldük ve onların katına geldiğimizde adımlarımızı
yavaşlatıp sesimizi yükselterek ne kadar doyduğumuzu, her şeyin ne kadar lezzetli
olduğunu söyledik birbirimize. Babam kapıyı açarken ben yukarı çıktım, Tantik
Martha’nın ziline bastım, önce elimdekini uzattım, sonra da kapı ağzında hemen Çetinlerde
geçirdiğimiz zamanı özetledim. Tantik Martha gülümsedi ve yanağımı okşadı. “Pek
memnun oldum çocuğum, pek memnun oldum” dedi.
Babam elindekileri
mutfakta yerleştirdikten sonra oturma odasına geçip panjurları indirdi sonra da
kısık sesle televizyonu açtı, bana da “hadi oyalanmadan ödevlerini yap” dedi
şefkatle. “Tamam baba” dedim ama odama gitmek yerine babamın yanına oturdum “baba,
Cemile teyze niye böyle bir yalan söyledi bana?” diye sordum. Babam yüzüme
bakıp “Martha Hanım çok güzel açıklamış tavşanım, çember, ön yargılar ve
hurafeler. Oysa bugün yaşanmasaydı biz Çetinlerin Alevi olduğunu bilmeyecektik,
şimdi biliyoruz ve bunun bizim için bir önemi yok ama onların yaşadığı
zorlukları öğrendik, güzel yanı ise geç kalmış olsak da çok iyi, yeni
komşularımız oldu” dedi. Gülümsedim ve “senin için yeni, ben Çetinle zaten
arkadaştım” dedim. Babam beni kendine çekti, saçımın üzerinden başımı öptü “hadi
artık odana, ödevlerini yap” dedi. Güldüm, “baba, Gülsüm teyzeden kete yapmayı
öğrensene” dedim, güldü ve “tamam” dedi sonra daha yüksek sesle gülüp “şeker
kırmak kadar kolay olacağımı sanmıyorum” diye ekledi. Ben de güldüm ve odama
gittim…
…
Yıllar sonra
bana bu anıyı hatırlatıp yazdıran Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün Twitter’da
paylaştığı “Ben Aleviyim” videosu oldu.
https://twitter.com/kilicdarogluk/status/1648755862905708551?t=RPWofXNpLlj2AJ3dVZsGvA&s=09
19 Nisan 2023 Çarşamba
Sanki zamanla yarışıyorum, yola çıkmama yaklaşık 60 saat kalmış..
Bir yandan günlük hayatın olağan koşturmaları bir yandan yolculuk hazırlığı ve bir yandan da son sefer Kutupalong'dan apar topar dönüş nedenim ve o günden itibaren yaşananların ruhuma etkisi..
Yola çıkmak, yolda olmak, yolculuk..
Gesualdo Bufalino, "kimileri kaybolmak için seyahat eder, kimileri kendini bulmak için" der.
Ya ben, istediğim kaybolmak mı yoksa kendimi bulmak mı?
Belki hem ikisi de belki ikisi de değil.. Hala aradığım bir "kendim" var mı ya da kaçmak istediğim bir "kendim"?
Var olandan öte bir "kendim" varsa da onu aramak için artık çok yorgunum, ondan kaçıp kaybolmak için de..
Eğer Budist olsaydım, bir sonraki yaşantımda kedi olarak dünyaya gelmek için dua ederdim. Ve fakat Buda bana özgür bir kedi olabileceğimin garantisini veremez. O yüzden kedi olmak yerine kendim olmaya devam ederken Bufalino'dan uzaklaşıp yola cebimde Lillo Gullo'nun sözüyle çıkmalı..
"Benimki sadece durmak için seyahatti."
"C'è chi viaggia per perdersi, c'è chi viaggia per trovarsi." Gesualdo Bufalino
"Il mio fu un viaggiare, solo per sostare." Lillo Gullo
16 Nisan 2023 Pazar
15 Nisan 2023 Cumartesi
14 Nisan 2023 Cuma
12 Nisan 2023 Çarşamba
10 Nisan 2023 Pazartesi
9 Nisan 2023 Pazar
8 Nisan 2023 Cumartesi
7 Nisan 2023 Cuma
Kriz dönemlerinde yani kendimizi çıkmazda hissettiğimiz anlarda umut belirtileri ararız. Umut, insanın doğasına aitmiş, bir parçası gibiymiş düşünürüz. Ancak böyle midir? Umut gerçekten de bizim bir parçamız mıdır? Ya da umut tam olarak nedir ve kimliğimizde nasıl bir rolü vardır? Umut bizi "her şeye rağmen"lerimizle çabalamaya, yaşamaya devam etmeye teşvik eden bir güç müdür yoksa "yaşama sevinci" adını verdiğimiz, anlık, aldatıcı iyimserliği olan bir ilham mı?
4 Nisan 2023 Salı
2 Nisan 2023 Pazar
Canım Ayşe Twitter’da, "Bir röportajda
"ampulü akepe buldu" diyen kadın buna inanıyor." demiş.
Maalesef ve yine maalesef ki seçim sonuçlarını Twitter'a göre değerlendirip her şeyi toz pembe görenler, bu insanların varlığından habersizmiş gibi, seçim yapılmış, kazanılmış gibi şimdiden kutlama yapıyorlar.
Umut işte, diye kestirip atılamayacak bir durum aslında bu. Çünkü, büyük bir umut yüklenen TİP'in adını dahi duymamış olan, ülkedeki ekonomik krizin nedeninin Kılıçdaroğlu ve CHP olduğuna inanan, tüm HDP'lilerin evlerinde silah deposu var sanan insanlar var. Akp olmazsa dinin elden gideceğine, ülke sınırlarının tehdit altında olduğuna inananlar ve kutsal kitapların basımevinde, bayrakların dikimhanelerde üretildiğini bilmeyenler de. Üstelik ezkaza bu insanların varlıklarından haberdar olanlar, o insanların bilinçli olarak bilgiden uzak bırakıldıklarını sorgulamadan, onları cahillikle suçlama kolayına kaçıyorlar.
Ülkede her şey son yirmi yılda bu hale geldi, diyenler de aslında cahillikle suçladıkları insanlardan çok farklı değil. Çünkü onlar da ülke tarihine ilgisiz, bilgileri ise kendi bakış açıları kadar. 80 darbesinden itibaren sistematik bir şekilde örülen ağların sorumluluğunu son yirmi yıla yüklemeleri bundan.
Misal, eğitim, öğretimde fırsat eşitliğinin kaldırılması yeri geldiğinde alkışlarla yeri geldiğinde "düz lise" aşağılamasıyla kucaklandı. Ülkede eğitim, öğretimin ulaşmadığı köyler, okutulmayan kız çocukları varken, mantar gibi çoğalan özel eğitim-öğretim kurumlarına sessiz kalındı. İmam hatipler artarken ya da müfredatları değiştirilirken değil, imam hatipler eğitim, öğretim amacından sapıp tehlike unsuru olmaya başladıktan ses vermeye başladılar. Üstelik bu çıkan sesler de "imam hatipler kapatılsın" yönünde oldu. Yani yine tek taraflı, yani yine yok saymak istenilenlere tehdit havasında. Oysa çözüm, imam hatiplerin kapatılması değil, nüfusa oranla sayı sınırı getirilip mevcut müfredata uyumlu hale getirilmesi ve meslek okulları statüsünde yer almasında yatıyordu belki de.
İmam hatiplerde verilen eğitime paralel olarak, din elden gidiyor, nidalarının yükselişinde suçu biraz da laikliği sadece kendi yaşam tarzı sayan insanların aşırılığa kaçan tutumlarında aramak gerekmez mi? Kendi kılık kıyafetine, içkisine, yaşam tarzına -doğal olarak- karışılmasını istemeyen insanlar, inananların yaşam tarzına müdahaleyi (örneğin, dans eden başı örtülü bir kadınla dalga geçmek) kendine hak gördü çoğu zaman. Oysa laiklik, yaşam tarzına yahut dini inanca müdahale hakkı vermez.
Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini vurgulayan bir ilkedir. Laiklik hem dini inancı olanları hem de olmayanları temsil eder ve de savunur. O yüzden laikliği korumak her kesimin sorumluluğu dahası zorunluluğudur. Bu anlaşılır olmadığı sürece, bugünün örneği olan seccade gibi konular hep gündemde yer alacaktır. Ve bunun anlaşılır olması için çözüm, yine eğitim, öğretimdeki fırsat eşitliğindedir.
O yüzden bu seçim belki de Türkiye tarihinin en mühim seçimlerinden biridir. Ülkede yıllardır süre gelen bilinçli, sistemli cahilleştirmenin önünü kesmek için bir şanstır. 15 Mayıs'tan itibaren her şeyin bir anda düzelebileceğine inanmak naiflik olsa da büyük bir umuttur. Yeter ki o tarihten sonra yeniden eğitim ve öğretimde çocuklara, gençlere fırsat eşitliği tanınsın.
Bunları yazarken aklıma, Vedat Türkali’nin Yalancı Tanıklar Kahvesi romanındaki en sevdiğim karakter olan Nedim Hoca geldi. Halkla iletişim kurarken, Allah konusunda dikkatli olunması gerektiğini savunuyordu Nedim Hoca. Devrime inanan gençlere de bunu öğütlüyordu. Tek dayanağı dini inanç olan insanlara, Allah’tan uzak sözlerle yaklaşırlarsa halka asla ulaşamayacaklarını anlatmaya çalıyor ve ekliyordu: “Bir gün, İslam’la kandırılmış yığınsal desteğini alacak asıl sinsi hırsız tayfası başa geçerse şaşırmayın!” Günün siyasetini tarif ederken de şu sözleri kullanıyordu: “Alalım, sayalım, satalım! Kimi laiklik diye dolandırıyor milleti. Kimi Allah diye! Tüccarın derdi o.”
En başa dönecek olursam; doğru, yetkin, eşit eğitim, öğretim hakkına sahip nesil, ampulü kimin icat ettiğini, önünde gidenlere, ardından gelenlere öğretebilir. Eğitim, sağlık, beslenme, barınma gibi temel hakların herkes için olduğu, basının tarafsız ve özgür olduğu, hukukun adil işlediği, dinine, diline, ırkına, engelliliğine, ten rengine, cinsiyetine bakmaksızın herkesin eşit olduğu bir gelecek inşa edebilir. İş ki; kendi kendini aydın ilan etmiş kesim, laikliği kendi tekeline almadan, laikliğin herkes için olduğunu hatırlayıp ülkeyi din tacirlerinin eline hepten teslim etmesin ve vatandaşlık sorumluğunun bilinciyle ülkenin geleceği için 14 Mayıs günü sandığa gitsin.