Gece uyuyamadım, blokta ciddi bir hareketlilik vardı. Polikliniğe geçeyim dedim, orada da herkes huzursuzdu. Ben de sessiz sedasız onlar gibi dosya ayıklayıp sıralamaya başladım.
Bir süre sonra AFAD ekibinden bir arkadaş da katıldı bize. Ona sordum, neler oluyor, diye. 21 numaralı kampta yine yangın çıkartmaya çalışan gençler, kamp sakinlerinden birine yakalanmış, kavga seslerine başka Rohingyalar da uyanınca kavga büyümüş. Kimin kimi olduğu bilmiyormuş ama biri bıçaklanmış, polisler hastaneye götürmüş.
"Bıktım,"dedi arkadaş, "ne işe yarıyor yangın çıkarmaları, sadece daha çok zarar veriyorlar buradaki insanlara."
"Haklısın," dedim ve sordum "ama bir de şöyle düşün; bir kuyuya düşsen, o kuyunun dibinde ölmemek için kendine zarar versen de çıkmaya çalışırsın, kimsenin sesini duymayacağını tahmin etsen de bir ümit bağırmaya devam edersin, öyle değil mi?"
"Evet, sanırım öyle" dedi.
"İşte," dedim "tam da o 'sanırım' seni, beni, bizi ifade ediyor. Biz sadece onları anladığımızı sanıyoruz, gerçekte ne yaşadıklarını bilmiyoruz. Çünkü biz o kuyuya güvenli iniş yapan ve istediği zaman çıkacağını bilenleriz."
"Doğru diyorsun. Ama sizin ekipler bir kaç hafta kalıp dönüyor, biz aylarca buradayız, psikolojimiz alt üst oluyor" dedi.
"Sizde ne kadar oluyor görev süreleri?" diye sordum.
"Altı ayla iki yıl arası. Ama işin aslı, ben buraya gelene kadar anlatılanların abartılı olduğunu düşünüyordum. Döndükten sonra, lanet gelsin verecekleri paraya, gitmem bir daha oraya, diyenleri şımarıklıkla suçluyordum. İnan bana, akli dengemi kaybetmeden dönersem Türkiye'ye ben de gelmem bir daha ve özür dilerim şımarık dediğim insanlardan. Bilmeden, yaşamadan yargıladım onları, pişmanım çok" dedi.
"Haksızlık etme kendine. Dediğin gibi yaşamadığımız şeyi bilemeyiz, üstelik sizin görev sürevleriniz gerçekten uzunmuş, rejenerasyon imkanınız olmuyor, o yüzden ruhsal anlamda daha çok etkileniyorsunuz" dedim.
Başını salladı, konuyu değiştirmek iyi gelecekti ona ve öyle yaptım. Türkiye'den, politikadan, kitaplardan konuştuk, çay içtik, bisküvi yedik, güldük, sabahı ettik.
Oyun, eğitim sahasına geçmek üzere ayrılacakken poliklinikten, haber geldi. Öğleden sonra yapılacak kütüphane açılışı, güvenlik nedeniyle, tarihi belirsiz ertelenmiş. Herkes birbirine baktı, kimse bir şey demedi. Ne diyecektik zaten.
"Sonra görüşürüz" diyerek ayrıldım ve oyun, eğitim sahasına gittim. Çocuklara kitap okumanın güzelliklerini anlattım, oyun eğitim sahasındaki kitaplıktaki birkaç kitaptan birini seçip, onlara, içimde, az önce Mehmet'e söylemediğim gerçeğin pişmanlığıyla bir şeyler okudum..
""Buraya son gelişim olduğunu bile bile niye çocuklara kitap getirmedim?!?..""