Dün Kayseri'de yaşananlar ülkeyi yine fikren ve vicdanen ayırdı. Bir yanda boyutu giderek büyüyen bir nefretle eyleme dönüşen davranışlar ve söylemler, bir yanda göçmenleri savunmaya çalışan ama eyleme dönüşmeyen sözler.
Peki iki uçtaki insanlar aslında tam olarak neyi savunduklarının farkında mı? İşte o meçhul!
Türkiye 2015 yılından bu yana, Almanya'nın eski şansölyesi Angela Merkel'in "wir schaffen das (başarabiliriz)" sözleriyle başlattığı ve fakat başaramayınca, hızla büyüyen kontrolsüz göçü -yeter ki Avrupa'ya gelmesinler düşüncesiyle- durdurmak adına, AB'nin büyük paralar ödeyerek -başta Suriye'den kaçanlar olmak üzere- sığınmacıları tutmaya çalıştığı tampon bölge görevini görüyor.
Elbette mevcut yönetimin siyasileri, bir yandan gelen sığınmacıları -insan yerine koymadan- pazarlık aracı olarak kullanmaktan kaçınmadı ama öte yandan da sınır kontrolünü kaybetti. Siyasi anlamda Türkiye ve AB arasında pazarlık konusu olan sığınmacılar, Türkiye'de de potansiyel oy olarak görüldüğünden yeniden farklı bir iç pazarlığın konusu oldu. Ve tüm bu pazarlıklar yapılırken ne gerçek anlamda sığınma arayanların ihtiyaçları gözetildi ne de giderek kötüleşen ekonomik koşullarda ve daralan yaşam alanlarında yurttaşların ihtiyaçları. Giderek fakirleşen halk ve sığınmaya çalıştığı ülkede tutunmaya çalışan insanlar arasındaki uçurum sadece ekonomik, sosyokültürel anlamda değil, psikolojik anlamda da günden güne büyüdü. Bu büyüme yer yer insanları ideolojilerinin sınırlarına dahi taşıdı hatta yer yer fikirleri ideolojilerinin sınırlarını aştı.
Peki, artık Türkiye'de sorun haline gelmiş olan göç, çözümü zor bir durum mudur? Türkiye'deki ve dahi Dünya'daki mevcut şartlarda -maalesef- evet!
Öncelikle hatırlanması gereken, insan denen canlı türü, diğer birçok canlı gibi, alıştığı ortamı, şartları yaşamaya, soyunu sürdürmeye elverişli ise terk etmez yani insanı göçe teşvik eden olumsuz koşullardır. Bu olumsuz koşulların başında savaş gelir. Ekonomik, sosyolojik, politik hatta meteorolojik durumlar da göç için çok etkili olumsuz koşullar arasında yer alır. O yüzden göçü engellemenin temelinde barış ve gönenç vardır. Ki dünyanın en büyük sorunu göç değil, çoğu bilinçli olarak canlı tutulan barışsızlık halidir.
Türkiye birçok parametrenin birleştiği noktada kaldırabileceğinden fazla göç almıştır. Lakin Türkiye'de bu duruma sağlıklı bir yön verebilecek muhalefet bulunmamaktadır. Zira mevcut yönetim, AB ile yaptığı anlaşmalar nedeniyle çözüm üretemez konumda olmasından da öte, çıkarları ile örtüşmediği için çözüm arar bir hal içinde değildir. O yüzden çözüm üretmesi gereken muhalefetin eksikliği, nefret suçlarını -dün yaşananlar gibi- arttırmaktadır. Ülkede adli makamlar işlemesi gerektiği gibi işlemediğinden, dün yaşanan olayda halk, kendi adaletini sağlamaya çalışmış ancak kılavuzu hukuk olmadığı için çok yanlış bir yol seçmiştir.
Faşizan bir tutum içinde olan siyasi oluşumlar bu duruma destek verirken, ülkede kendine sol diyen kesim, yurttaşın bugüne değin yaşadığı, göçe dayalı sorunları hiçe sayan sözlerle karşı tepki vermiştir. Her iki tarafta da barışçıl bir çözüm önerisi bulmak mümkün değildir.
Çocuk istismarına karşı alınacak en doğru önlem, hukukun olması gerektiği gibi işlemesini sağlamaktır. Ahlak dokusunda yaşanan bozukluğun temeli, çoğunluk tarafından kabul görmese de hukukun işlevsiz bırakılmış olmasıdır. İstismara uğrayan çocuğun kimliği ile istismarcının kimliği hukukun doğru işlemesi üzerinde rol oynamamalı. Kimliğine bakılmaksızın, her suçlu, yasalar nasıl ön görüyorsa öyle muamele görmeli. Zira ne istismar ne tecavüz ne cinayet ne de diğer suçlar sadece göç kaynaklı, suçlu da her daim göçmen değildir.
Görebileceğime dair umutlu olmasam da; insanın insana bilerek ve isteyerek zarar vermediği bir hayat aslında mümkün! Lakin değişmesi gerekenler, değiştirilmesi gerekenler var! En başta da düşünce yetisini körelten, düşünceleri karartan siyasi yönetim ve yöneticiler!..
Son söz; ülkenin hukuk devleti olduğu gerçeğinin hatırlanması yanı sıra, insan denen canlının yeniden vicdanı bulması dileğiyle...