Türkiye, Afganistan olur mu?
Bu soruyu birçok kez duydum. Zaten bu soruyu gerek Afganistan gerek İran olarak duymayan kalmamıştır diye de düşünüyorum. Türkiye seçim sürecindeyken bu soruyla bir kez daha karşılaştım. Hem de bu kez bu soruyu bana Afgan bir kadın sordu. Adı Afia, benim için çok ama çok özel bir kadın. Yine de burada onun hakkında fazla yazmayacağım, bunun da bir sebebi var.
Gelelim soruya; Türkiye, Afganistan olur mu? Bu soruya ne katiyetle evet ne de gönül rahatlığıyla hayır demem mümkün değil, diye cevap verdim. Ve izinli olduğum sürede Afganistan hakkında okumaya karar verdim.
Herhalde bu kadar uzun süreli bir tatili en son halen lise öğrencisiyken yapmıştım. Lakin ruhsal olarak buna çok ihtiyacım vardı ve kardeşlerimin sağladığı huzur ortamıyla oldukça dinlendim. Tatil, dinlence ya da benim durumumda rehabilitasyon, adına ne dersem diyeyim elbette benim için kitapsız ve çalışmaktan tamamen arınmış olması mümkün değildi. Tematik okuma, oldum olası sevdiğim bir okuma şekliydi ve bu kez konu da hazırdı. O yüzden yola çıkmadan önce hem sahaftan hem kütüphaneden birkaç kitap aldım. Ve beş hafta boyunca bol bol okudum, araştırdım, yazdım.
Okuduğum kitaplara geçmeden önce Monarşi sonrası Afganistan tarihi hakkında kabaca kronolojik bir liste yaptım.
• 1960’lı yılların başlarında, 1919 yılındaki 3. İngiliz Afgan Savaşından beri süre gelen Afganistan ve Pakistan arasında sınır sorunları çatışmaya döndü ve iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler sonlandı. Pakistan, Afganistan’a Hayber geçidi üzerinden tüm giriş ve çıkışları kapattı. Bu durum, Afganistan’da büyük ekonomik krizin başlamasına neden oldu.
• Kral Muhammed Zahir Şah, ülke yönetiminde gerek siyasal anlamda gerek ekonomik anlamda istikrar kaydedemediğinden, 1973 yılının Temmuz ayında Zahir Şah’ın kuzeni Muhammed Davud Han yönetime el koyup Monarşiyi kaldırdı ve Afganistan Cumhuriyeti kurdu.
• Monarşi döneminde Başbakanlık da yapmış olan Davud Han, Devlet Başkanı olduktan sonraki ilk yılında ABD ve SSCB ile olan ilişkilerini azalttı, 1975 yılında ise SSCB ile olan ilişkilerini tamamen sonlandırdı. Pakistan ile yeniden diplomatik bağlar kurdu.
• 1977 yılında hazırladığı yeni Anayasa, ülkedeki komünistler ve sosyalistler tarafından tanınmadı. SSCB tarafından desteklenen Afganistan Demokratik Halk Partisi, ordudaki gücünü kullanarak yönetime el koydu ve Davud Han’ı tüm ailesiyle birlikte öldürdü. Devlet başkanlığına Nur Muhammad Taraki geldi ve ülkenin adı Afganistan Demokratik Cumhuriyeti olarak değiştirildi.
• Taraki göreve geldikten kısa bir süre sonra SSCB’dekine benzer bir yönetim sistemi kurmaya çalıştı. İlk olarak kadın haklarını düzenledi, bu düzenlemeye göre kadın ve erkek hukuken her alanda eşit hakka sahip oldu.
• Taraki, 1978 yılında SSCB ile dostluk antlaşması imzaladı ancak bu anlaşmayla SSCB’nin Afganistan’ı işgal edebileceğini bunun da din açısından büyük bir tehdit olduğunu ileri süren başbakan Hafisullah Amin ordu içinde kutuplaşmaya neden oldu.• 1979 darbesinde Taraki öldürüldü. Taraki’nin öldürülmesinin ardından Amin, devlet başkanı oldu. Taraki’nin öldürülmesinden önce, Taraki’nin SSCB ile yaptığı anlaşmayı tehdit olarak gösteren Amin, göreve geldikten sonra SSCB’ye bağlılığını bildirdi ancak bir yandan da Pakistan ve ABD ile ilişkilerini kuvvetlendirdi.• 1979’un Aralık ayında Sovyet birlikleri Afganistan’a girdiği gün Amin öldürüldü ve yerine Amin’in sürgüne gönderdiği Babrak Karmal getirildi.• Karmal, 1986’da ABD ve Pakistan tarafından desteklenen Mücahitlere karşı başarılı olamayınca SSCB tarafından görevden alındı ve yerine önce geçici bir süre Hacı Muhammed Çamkani ve ardından Afganistan Gizli Servisinin (KHAD) başkanı Ahmedzai Muhammad Nedcibullah Devrim Konseyi Başkanı olarak getirildi.
• 1987’de çok partili siyasal sistemi destekleyen ve Afganistan’ı hukuk devleti olarak tanımlayan anayasa değişikliği yapıldı ve yeni anayasa ile ülkenin adı Afganistan Cumhuriyeti olarak değiştirildi.• 1989’un Şubat ayında Sovyetler Birliği, Afganistan’dan Necibullah’a destek sözü vererek çekildi. Ancak Necibullah, Sovyetler Birliği, Afganistan’dan çekildikten hemen sonra Mücahitler karşısında büyük ölçüde ülkenin kontrolünü kaybetti.• 1991 yılında SSCB’nin dağılmasının ardından destek tamamen kesilince Afganistan ordusu Mücahitler karşısında tüm gücünü kaybetti ve Nisan 1992’de Kabil’e giren Mücahitler Necibullah’ın görevine son verdi.• 1994 yılında güneydoğu Afganistan’da Muhammad Umar (Molla Ömer) önderliğinde Taliban kuruldu.• 1996 yılının Eylül ayında Taliban Kabil’i ele geçirince ülkenin adını Afganistan İslam Emirliği olarak değiştirdi.• Taliban yönetimi ele geçirdikten sonra doğu ve güneydoğu Afganistan birçok İslami kökten dinci örgütün silahlı mücadele için eğitim kamplarını kurdukları yer haline geldi. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da bulunduğu dönemde Mücahitleri desteklemek için Afganistan’da kamp kuran örgütlerden biri de Usama bin Laden’in kurucusu olduğu El Kaide idi. Mücahitleri destekleyenler arasında ABD’nin de bulunmasından rahatsız olan Bin Ladin, 1998 yılında Amerikalı ya da ABD’yi destekleyen herkesin, sivil ya da asker diye ayırmaksızın öldürülmesinin her Müslümanın görevi olduğuna dair bir fetva vererek cihat çağrısında bulundu.• Bin Ladin, aynı yıl Darüsselam ve Nairobi’deki ABD büyükelçiliklerine yapılan saldırıları El Kaide adına üstlendi. ABD bu açıklamanın üzerine El Kaide örgütünün doğu Afganistan’daki eğitim kampına hava saldırısı düzenleyince Usama bin Ladin kampı yeniden faaliyete geçirmek için Afganistan’a yerleşti.
• 11 Eylül Saldırılarının ardından 7 Ekim 2001’de ABD, Operation Enduring Freedom (Kalıcı Özgürlük Operasyonu) adı altında Afganistan’da El Kaide ve Taliban’ı hedef alan hava saldırılarına başladı. Aynı yıl Aralık ayında düzenlenen ve tarihe Bonn Anlaşması olarak geçen Afganistan Konferansı’nda Hamid Karzai, Afgan Geçici Yönetimi Başkanı olarak atandı.• Kanzai, 2004 yılında yapılan seçimde Cumhurbaşkanı seçildi ve Afganistan İslam Cumhuriyeti’nin ilk seçilmiş cumhurbaşkanı oldu.• Almanya 2006 yılında, NATO’nun 2001’de kurduğu International Security Assistance Force (ISAF – Uluslararası Güvenlik Destek Gücü) kapsamında askeri birliklerini kuzey Afganistan’da kurarak o bölgenin sorumlusu oldu.• 2009 yılında ABD, Afganistan’daki askeri güçlerini büyüttü. Yine aynı yıl Eylül ayında Alman birliklerinden gelen çağrı üzerine ABD Kunduz yakınlarına hava saldırısı düzenledi. Ancak saldırıda ölenlerin büyük kısmını siviller oluşturuyordu. Almanya Savunma Bakanı Franz-Josef Jung başta sivil halkın zarar görmediğini iddia etti ancak NATO raporu Jung’u yalanlayacak şekilde olduğundan Jung istifa etti ve Kunduz hava saldırısı talimatı ile ilgili Federal Meclis’te soruşturma komisyonu kuruldu.• Kunduz’da yaşananlar halkta isyana yol açtı ve hem NATO’nun hem de ABD’nin ülkeden çıkması için İslami kökten dinci örgütlere yoğun katılım başladı.• Usama bin Ladin, Mayıs 2011’de Amerikan özel birlikleri tarafından Pakistan’ın Abbottabad şehrindeki evinde öldürüldü, İslami kökten dinci örgütler, Usama bin Ladin’in öldürülmesini İslam’a saldırı olarak adlandırınca örgütlere katılım arttı.• 2012 yılında Cumhurbaşkanı Karzai, ABD birliklerine çekilme talimatı verdi.• 2014 yılındaki seçimlerde, şaibe iddiaları eşliğinde Eşref Gani yeni cumhurbaşkanı seçildi. Gani’nin seçilmesinin ardından on üç yıl süreyle Afganistan’da bulunan ISAF dağıtıldı. NATO güçleri, ABD liderliğinde Afgan birliklerini eğitmek üzere ülkede kaldı ancak hem birliklerini küçülttüler hem de hükumete desteği azalttılar.
• 2018’de Taliban, Afganistan’da iyice güçlenmeye başlayıp birkaç vilayeti kontrol altına alınca NATO ülkeleri askeri birliklerini geçici olarak yeniden büyüttü.• 2020 yılında Katar’da, ABD ve Taliban, Amerikan askeri birliklerinin çekilmesi için pazarlık yaptı.• 2021 yılının Mayıs ayında ABD ve NATO geri çekilirken Taliban, birçok vilayette yönetimi ele almış durumdaydı ve 15 Ağustos’ta Kabil’e de girince Afganistan’da yönetimi tamamen ele geçirdi.• Taliban yönetimi ele geçirince, Afganistan’ı yeniden Afganistan İslam Emirliği olarak adlandırdı ve Hibetullah Ahundzade Emir ünvanı aldı.• Şu ana kadar Afganistan’ı, Afganistan İslam Emirliği olarak tanıyan ülkeler Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.
Okumaya savaş muhabiri Antonia Rados’un kitabıyla başladım.
Antonia Rados aynı zamanda uzmanlık alanı Orta Doğu olan doktoralı bir siyaset bilimci. Rados, 1979’da Kızıl Ordu’nun Afganistan’a “dönüm noktası” adını verdiği girişinin ardından 1980 yazında Afganistan’a ilk seyahatini yapıyor. Rados, Afganistan’a olan ilgisinin o tarihte başladığını ancak o döneme “dönüm noktası” denemeyeceğini asıl dönüm noktasının 11 Eylül 2001 tarihinden sonra Batı’nın küresel demokrasi vaadiyle Afganistan’ı işgal etmesiyle başladığını kaleme alıyor. Kitap, Afganistan’ın dününü, bugünü anlamak adına çok değerli bir çalışma. Batılı politikacıların büyük ideallerle ülkeye girişini ancak başarısızlıklarından kendilerini sorumlu tutmamalarını ve Batı tarafından sömürüldüğünü, ihanete uğradığını hisseden Afganların ülkelerinin başına gelenleri anlamalarına fırsat bulamadan ülkeden ayrılışlarını ve geride bıraktıkları trajediyi tarih tarih aktaran bu çalışma Taliban’ın ülkeye hakim oluşunu anlamaya da yardımcı oluyor. Tarihin her döneminde sorunlarla iç içe olsa da bir ülkenin yönetimini kökten değiştiren gelişmelerin nasıl oluştuğunu, kadınların haklarını nasıl birer birer kaybettiklerini ayrıntılı bir şeklide anlatan bu kitabın Türkiye’de de okuyucuya ulaşmasını gerçekten isterdim.
Rashid kitabında, 1989’da Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinin ardından radikal İslamcı Taliban’ın ülkede bırakılan silahlarla ülkeyi fethedişinden başlayarak, 11 Eylül saldırısının ardından ABD’nin Taliban’a açtığı savaşı ve 2021’de Afganistan’dan tam çekilmesini, Taliban’ın bu kez de ABD’nin silahlarıyla Kabil’i işgal etmesine kadar olan süreci anlatıyor. İngiltere ve Amerika’da birçok gazete ve dergi için yazan gazeteci Ahmed Rashid halen Pakistan’da yaşıyor. Rashid, Afganistan hakkında, dünya çapındaki en iyi uzmanlardan biri olarak kabul ediliyor. Taliban kitabında Rashid’in gazeteciliği hakim ve Rashid tüm kitapta zamandizinine sadık, süslü kelimelerden arınmış bir haber dili kullanmış. Bu yalın ve direkt anlatım bir yandan daha fazla okuma, araştırma ve sorgulama isteğimi arttırırken diğer yandan yaşanan vahşetin boyutlarını böyle net okumak ve bunun nasıl sonlanacağını ya da doğrusu sonlanıp sonlanmayacağını bilememek Afganistan’daki kadınların korkularını iliklerime kadar hissetmeme sebep oldu. “Bu yüz yılda olmaz, olamaz”, “bu yaşananlar asla benim ülkeme ulaşmaz” gibi büyük cümlelerin kaybettiği anlamla ürperdim okurken.
Kitap aslında bir nevi günlük. Marion Habicht, kendi gibi hekim olan eşi Rolf ile Afganistan’da gönüllü hekimlik yaptıkları sürede günlük tutuyor. Günlüğe izlenimlerinin yanı sıra çektiği fotoğrafları, tanıştığı kişilerle yaptığı sohbetleri, yediği yemekleri de ekliyor. Habicht’in kaleminden akan Afganistan, bugün için çok uzak bir rüya romantizminde. Çünkü Marion ve Rolf Habicht 1970 yılında yani Taliban’dan önce Monarşinin son yıllarında Afganistan’da görev alıyor. Günlüğün yazıldığı yıllarda da Afganistan’da her şey “gül tarlası” (bu tanım Afganistan’da kullanılan bir deyimmiş ve bende ‘güllük gülistanlık’ çağrışımı yaptığı için olduğu gibi aktardım) olmasa da; Afganistan’da henüz sevgiden, aşktan, özgürlükten bahsediliyor. Kadınların simsiyah saçları, sürdükleri kenevir yağıyla parıl parıl parlıyor, kıyafetleriyse rengarenk. Önceki iki kitabın ardından hayali bir masalmış gibi okudum kitabı. Türkiye’de eskiden evlenenlere yöneltilen “bir yastıkta kocama” temennisi vardı, hala var mı bilmiyorum, ancak o dönemler Afganistan’da evlenen çifte ailenin en yaşlı kadını uzun bir yastık hediye ediyor ve hediye ederken “bu yastığın üzerinde yaşlanın” diyormuş. Bu ayrıntı da kitaptaki bir çok şey gibi ilginç geldi ve kitabı okurken ne yazık ki çokça “nereden nereye” dedim.
Latifa Nabızada, kız kardeşi Lailuma ile birlikte Afganistan’ın ilk kadın pilotları. Afganistan’da Sovyet yönetimi sırasında çevrelerinden gelen tüm tepkilere rağmen babalarının izniyle kadınlara, kız çocuklarına sunulan tüm eğitim haklarını kullanıyor Latifa ve Lailuma ve 1992’de Hava Harp Okulundan mezun olan ilk ve maalesef son kadınlar oluyorlar. Sovyet yönetiminde çok fazla öne çıkarılan ve kadınlara örnek olarak gösterilen bu iki kadın, Sovyetlerin ülkeden çekilmesi ile zor duruma düşüyorlar ve karşılaştıkları tehditler sonunda Pakistan’a kaçıyorlar ancak Taliban, Pakistan’da da varlığını göstermeye başlayınca tekrar ülkelerine dönüp halı dokumacılığı yapıyorlar. Bu arada ikisi de evleniyor. Lailuma, kızının doğumunda hayatını kaybediyor. Latifa’nın da Malalai adını verdiği bir kızı oluyor. 2011’de Latifa’ya yeniden çalışma izni veriliyor ve Latifa Amerikalılar için uçmaya başlıyor. Ancak bu uçuşlar Latifa’nın hayatını iyice zorlaştırıyor ve birkaç suikasttan kıl payı kurtuluyor. Latifa, kızının hayatından endişe ettiği için uçmayı bırakıyor ancak mücadeleci ruhu onu Taliban’ın istediği gibi evinde oturup ev işleri yapan bir kadın olmaktan alıkoyuyor ve Latifa BM’nin Afganistan’daki “İnsan Hakları ve Toplumsal Cinsiyet Politikası” bölümüne başkan oluyor. Bu davranışı tabii ki Taliban tarafından hiç hoş karşılanmıyor ve Latifa her günü ölümle burun buruna yaşamaya başlıyor. Nihayetinde Latifa, arkadaşlarının yardımıyla kendi kullandığı bir helikopterle kızıyla birlikte önce Pakistan’a kaçıyor ardında da Avusturya’ya gidip sığınma talep ediyor. Kitabı bu şekilde özetlemek mümkün ancak kitabı okurken zaman zaman tırnaklarımı avucuma geçirdim, dudaklarımı kemirdim, yer yer göz yaşlarımı tutamadım, sık sık öfkeden yüzüm yandı, çokça verilen mücadelenin etkisiyle göğsümde Latifa’nın azminin gururunu hissettim. Halen kızıyla beraber Avusturya’da yaşayan Latifa Nabızada, bu biyografiyi Focus haber dergisinin Orta Doğu uzmanı Andrea-Claudia Hoffmann ile birlikte kaleme almış.
Doğduğu günden beri çatışma seslerine alışık olan 1980 doğumlu Latifa’nın hayatı 27 Eylül 1996 sabahı tamamen değişir. 16 yaşında, okumayı, dans etmeyi çok seven, modayı takip eden, hayalindeki meslek öğretmenlik olan, hayat dolu Latifa geceden sabaha özgürlüğünün elinden alınmasını kabullenemez. Latifa, o sabahı hep kumaşlarla anlatır. Sokaklarındaki caminin minaresine takılan beyaz Taliban bayrağı ve artık sokağa çıkarken giymek zorunda olduğu ve dünyaya sadece ufacık bir kafesin ardından bakmasına müsaade eden mavi burkanın kumaşı. Aslında o beyaz bayrak asıldıktan sonra Latifa da ailesi de baskılara baştan çok direnir ancak en küçüğü sokak ortasında kırbaçlanma olan Taliban’ın acımasız yöntemlerine uzun süre dayanamazlar. Yine de Latifa abisinden ve arkadaşlarından aldığı cesaretle evlerinde okul misali bir derslik kurar ve çevredeki kız çocuklarına ellerinde kalan kitaplarla eğitim vermeye çalışır. Latifa bu faaliyetiyle birçok kez hem kendi hem ailesinin hayatını tehlikeye atar ve insanlık dışı cezalara maruz kalır. Latifa yaşadıklarını bir tesadüf sonucu haberdar olduğu Fransa’daki Elle dergisine yazar ve 2015 yılının Mayıs ayında hakkında ölüm kararı çıkmışken Afganistan Libre Organizasyonu ve Elle dergisinin yardımlarıyla ailesiyle birlikte Fransa’ya kaçmayı başarır. Latifa’yı yaşadıklarını yazması için Afganistan Libre Organizasyonu kurucusu Chekeba Hachemi yüreklendirir ve yazarken de kitabını yayımlatırken de kendisine yardımcı olur.
“Bir sırrın varsa onu al, Hindukuş dağına taşı ve bir taşın altına bırak.” Siba Shakib’in yazdığı Samira & Samir bu cümle ile başlıyor.
Samira ve Samir, doğduğunda çevresindekilerden kız olduğu babası tarafından gizlenen ve erkek olarak büyütülen bir kadının hikayesi. Samira Afganistan topraklarındaki binlerce, milyonlarca Bacha Posh diye adlandırılan çocuklardan biri. [...] içindeki kısım kitabın özetleyen bir anlatımdır. Ancak Samira ve Samir, Türkçeye Ani Çakiridis tarafından çevrilmiş ve kitap GOA Basım Yayından yayımlanmış. Kitabı okumak isteyenlere [...] içinde kalan kısmı okumamalarını öneririm.
Bacha Posh ile ilgili Twitter’da Serkan Öztürk’ün hazırladığı bir yazı dizisi de var. Çok iyi ve itinayla hazırlanmış bu dizi okunmaya değer.
https://twitter.com/avserkanozturk/status/1180924159800598536?t=ug0nQlNn2_YpepwsRiEIsQ&s=19
*Kitabı okumayı düşünenlerin okumaması gereken kısmın başlangıcı..
[Daria, Hindukuş dağlarında adı nam salmış bir komutanla evlidir. Çocukları doğduğunda baba, çocuğun kız olduğunu gördüğünde büyük hayal kırıklığına uğrar ama kucağına aldığı andan itibaren de çocuğa karşı büyük bir sevgi duyar. Erkek çocuk sahibi olması itibarı için önemli olduğundan, kızı doğduğu andan itibaren çevreye erkek olarak bildirilir. Samir’in aslında Samira olduğunu sadece ailesi bilir ve Samira tam anlamıyla bir erkek çocuk olarak büyür. Samira, ergenlik çağında cinsel kimlik bocalaması yaşadığı bir dönemde babası öldürülür ve Samira hiç hazır olmasa da yiğit babanın yiğit oğlu olarak bir anda atlı birliğin lideri konumuna gelir. Samir, bir erkek olarak her yere gidebildiği için olan biten her şeyi bir kadının asla göremeyeceği şekilde görür ve böylece kadınların gerçekte nelere maruz kaldıklarına, nasıl aşağılandıklarına, tecavüz edildiklerine, kırbaçlandıklarına, öldürüldüklerine şahit olur. Şahit olduklarını değiştirmek için tek başına gücünün yetmeyeceğini anladıkça da kahrolur. Samira, erkek olarak hayatını sürdürmeyi çok sevse de çevresindeki erkeklerin onu cinsel deneyim kazanması için kadınların yanına götürmesine tahammül edemez fakat dikkat çekmemek için itiraz da edemez. Üstelik çocukluk arkadaşı Bashir’e aşık olmuştur. Bashir için ise Samir en güvendiği en sevdiği arkadaşıdır. Samira’nın tek ve en büyük sırdaşı, annesi Daria’dır. Daria da kadınların kaderini değiştirmek için kızları eğitmeye, aydınlatmaya çalışan bilgili bir kadındır. Ama onun imkanları da yaşadığı şartlarda kısıtlıdır ve dikkatli olması gerekmektedir. Üstelik kızlara öğretmeye çalıştığının aksine çevre baskısına karşı koymakta iyi değildir ve Samir’in Gol-Sar ile evlendirilme kararının karşısında duramaz. Samira, Gol-Sar’la evlendirildiği gecenin sabahında artık kadın olduğunu bilen Bashir’le kaçma kararı alır. Daria kızına içine kadın kıyafetleri koyduğu bir bohça verir, Samira annesiyle vedalaşıp Gol-Sar’ı ona emanet eder ve onu kızı yerine koymasını ister. Ardından Bashir’le dağa çıkıp kıyafetleri bir keçiye giydirir, keçiyi mayına sürer. Bashir atını çadırlara sürer ve patlamayı duyan halka Samir’in mayına basıp öldüğünü bildirir. Her yere dağılan et ve kıyafet parçaları toplanır, Samir’e cenaze töreni düzenlenir. Ardından Bashir tekrar dağa döner ve kadın kıyafetleri içinde bekleyen Samira’yı da alıp yola çıkar. Samira, Bashir’e aşık olsa da onunla evlenmek, cinsel ilişkiye girmek ona zor gelir, üstündekiler artık kadın kıyafetleri olsa da erkek gibi davranmaya devam eder. Gittikleri her yerde davranışları dikkat çeker ve uzun süre kalamadan yeniden yollara çıkarlar. Bir gece Samira ilk defa Bashir’i sevgiyle aşkla öpmeyi başarır ve Bashir’e kendisini bir erkek olarak mı yoksa bir kadın olarak mı sevdiğini sorar. Bashir ise ona bilmiyorum cevabını verir. Ertesi sabah Bashir uyandığında, Samira’yı üstünde erkek kıyafetleriyle oturur bulur. Konuşmadan vedalaşırlar. İkisi de atlarına binip ayrı yönlere doğru sürer.]
*Kitabı okumayı düşünenlerin okumaması gereken kısım burada bitiyor..
Bu kitapta babası ve abileri Mücahitlerden olan, abilerinden birinin kumar borcuna karşılık evlendirilen, kocası da Mücahitlere katılınca ailenin diğer kadınlarıyla Kabil’e kaçan, insanlık dışı işkencelere ve defalarca tecavüze uğrayan, çocuklarını okutabilmek, onlara insan onuruna yaraşır bir hayat sunabilmek için sürekli kendi kaderinden kaçan Shirin-Gol’un hayatı anlatılıyor. Ancak ilginçtir ki Samira ve Samir’de anlatımını ve yazı tarzını çok beğendiğim Siba Shakib’in bu kitaptaki anlatımını ve yazı tarzını benimseyemedim, kitabı okurken çok zorlandım. Öyle ki bu kitabı Samira ve Samir’den önce okusaydım muhtemelen Samira ve Samir’i okumazdım. Bu arada kitap Türkçeye Meral Gaspıralı tarafından çevrilmiş ve “Tanrı’nın Ağladığı Yer” olarak İnkılap Kitabevinden yayımlanmış. Kitabın Türkçeye çevrilip çevrilmediğine baktığımda kitabı okumaya henüz başlamamıştım ve ben olsam, uzun olsa da kitabın ismini çevirirken orijinal isme sadık kalıp ‘Tanrı Afganistan’a artık sadece ağlamaya geliyor’ diye çevirirdim demiştim. Oysa kitabı okuduktan sonra okuması bu kadar zorlayıcı olan bir kitabı çeviren Meral Gaspıralı’ya ancak saygı duymam gerektiği fikrindeyim. Eğer bulursam kitabın Türkçe çevirisini mutlaka okumak istiyorum.
Şimdilik okuduklarım bunlar, dediğim gibi tematik okumayı oldum olası sevdim. O yüzden bu kitapları müteakip okuyacaklarım da hazır. Elbette okumaya tatil sürecindeki kadar çok vakit ayırmam mümkün değil, hele büyük değişikliklerin arifesinde... Yine de okudukça ekleme yaparım muhtemelen.
Afganistan; dünüyle, bugünüyle iyi anlaşılması gereken bir ülke, sadece okumak, anlamaya yetmeyecek olsa da..







