Depremin ardından saha görevi için iki gelişimi saymazsak -ki sayılmamalı, çünkü evimi, komşularımı, dostlarımı, aşina olduğum yerleri ve sembolik de olsa babamın mezarını göremedim- bugün ülkemden ayrılışımın 6666. Günü.
Bu 6666 gün bana çok şey kattı. Çok şey öğrendim, hem fiziksel hem ruhsal anlamda güçlendim, kendimi tevazuyla kutladığım lakin babamın çok gururlanacağını bildiğim küçük, büyük başarılarım oldu, ayakları üstünde duran, adımını sağlam basan bir kadın oldum.
Bu 6666 gün bana çok şey kattı, hep değil, bazen de aldı.
Bu 6666 gün boyunca; her zaman güçlü olmadım, olamazdım, insandım ve çok düştüm, çok yaralandım, çok koştum, çok yoruldum, çok kırıldım, çok kabullendim.
Bu 6666 gün boyunca; fiziksel olarak dahil olmadığım, olamadığım her eylem canımı yaktı. Öldürülen, tecavüze uğrayan, kayıp edilen, yok edilen çocuklar, kadınlar, erkekler, eşcinseller, translar, insancıl kalmış insanlar, hayvanlar için sokağa çıkmamak, kesilen ağaç, yakılan orman, yok edilen doğa için "dur" diyen sesimi duyuramamak, hukukun, haber alma özgürlüğünün uğradığı sektelere dışarıdan bakmak canımı yaktı. Canımı yakanlara karşı tek eylemimin yazmak olması bana kendimi ikiyüzlü hissettirdi, bu his canımı bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha derken; ülke şartlarında çok kez daha yaktı.
Bu 6666 gün boyunca; Paulo Coelho’nun "kimi köprüleri geçmem, kimilerini ise yıkmam gerektiğini yaşayarak öğrendim" sözlerine ek olarak yeni köprüler inşa etmeyi de öğrendim.
Bu 6666 gün boyunca; hiç doğum günü kutlamadım. Otuzlu yaşlarımdan kırklı yaşlarıma yol alır gibi yıl aldım. Kendim için hiç mum yakmadım, hiçbir mumu dilek tutup üflemedim. Babamın doğum günü kutladım her yıl, eğer biliniyorsa çocuklarımın doğum günlerini kutladım, bilinmiyorsa çocuklarıma güzel bir tarihi doğum günü olarak yazdırdım, o günleri kutladım, sevdiğim, değer verdiğim insanların doğum gününü kutladım. Kendi doğum günümü kutlamadım ama hiçbir doğum gününü unutmadığım gibi, onu da unutmadım.
Ve bu 6666 gün boyunca; çok özledim, hatta en çok özledim. Hep bir 'keşke' oldu yüreğimin dıştan duyulmayan çığlığında ve her daim 'bir gün geri döneceğim' ümidi, döndüğümde hiçbir şeyin bıraktığım gibi ol(a)mayacağını bile bile.
Ülkede herkes için umut olan seçim, benim için de bir umuttu. Yurt dışında yaşayanlar oy kullanmamalı, diyenlere verecek bir cevabım yoktu, çünkü ben de öyle düşünüyordum. Lakin çok sevdiğim ülkemin geleceğine kendileri aydınlıkta yaşarken karanlığı reva görenlere tek oyla da olsa karşı çıkmam gerektiğini de düşünüyordu isyancı yanım. O yüzden 14 Mayıstaki seçim için son kez oy kullanıyorum dediğim halde ikinci tur için tekrar pek de kolay olmayan şartlarda sandığa gittim. Üstelik oyumu Türkiye'deki %48'in en az yarısının hissettiği 'içime sinmese de' duygularıyla kullandım. Seçim sonuçlarına ben de Türkiye'de yaşayan birçok insan gibi oturup hüngür hüngür ağladım. Fakat oyumu Kılıçdaroğlu'na verdiğime pişman olmadım. Tek alternatif olduğu için, seçim aydınlık ve karanlık arasında olduğu için her şartta ona verecektim. Seçimin ardından gelen Selahattin Demirtaş'ın "aday olmam istenmedi" açıklaması, "Kılıçdaroğlu'na oy vermemek için tek gerekçem Demirtaş'ın aday olması" diyen beni çok üzmüş olsa da seçim günü şartlarını, birçokları gibi beni de saran umudu düşünerek, pişman değilim, dedim.
Ve fakat seçimden sonra muhalefetin "adam kazandı"dan çok da farklı olmayan tutumu, kendi iç hesaplaşmalarını dışa gereğinden fazla yansıtmaları az da olsa güven sağlayan zemini yeniden kayganlaştırdı. Öte yanda oy verdiği aday, deprem bölgesinde hayal ettiği kadar oy alamadığı için kendini muhalif sayan seçmenlerin depremzedelere karşı tutumu, ülkenin her yanını her zamankinden hızlı saran yobazlaşmaya karşı birleşemeyen görüşü solda duran ama sadece duran cenahı, kendine göre ahlak anlayışı olanları, küçücük çocukların tecavüze uğradığı, küçücük çocukların tecavüzcüsüyle evlendirildiği ve sadece erkek olarak dünyaya gelmemiş olmanın yeterince zor olduğu bir ülkede kendileri gibi olmayan kadınların kadınlıklarına saldırmayı kendine hak gören kadınları, sözde kadın haklarından yana olduğunu iddia eden ama kadın bedeni üzerinden küfür etmekte beis görmeyen erkekleri, içme suyuna ulaşamayan, içme suyuna ulaşmak için sosyal medyada sesini duyurmaya çalışan insanlara dahi parmağının ucunda küfür barındırabilen insan görünümlüleri, neredeyse soluduğu havaya bile vergi öderken bu vergilerin nerede kullanıldığını sorgulamayanları, birçok meyveyi hiç tatmamış, eti sadece o da şansı varsa kurban bayramlarında yiyebilen dahası yatağa aç giren çocukların olduğu bir ülkede benzin fiyatlarından şikayet eden ama bir hafta kontağı kapatıp boykot etmeye erinenleri, çocuklarının karnını doyurmak için internet üzerinden el emeğini göz nurunu satmaya çalışan kadınlara utanmadan ahlaksız teklifler yapanları, yürütülen yanlış göç politikalarının hıncını çocuğa varana kadar sığınmacılardan çıkaran ırkçıları, her yıl; okulda, oyunda, sosyal etkinlikte olması gereken onlarca çocuğun iş kazasında ölmesine ve yüzlerce kadının erkek eliyle öldürülmesine olan ilgisi ve dahi tepkisi hashtaglerden öteye gitmeyenleri, hukuku sindirme, susturma yöntemi olarak kullanan sistemin işe yaradığını belli edercesine sinip susanları, haber alma özgürlüğünün değerinin farkında olmayan, tutuklanan gazetecilerin haksız tutuklanmalarına yazdığı gazeteye, yaptığı habere göre tepki verenleri, anayasanın kendisine sunduğu haktan bihaber grev kırıcıları, mesleği ne olursa olsun; diğer meslektaşlarına ya da başka mesleği icra edenlere, kendi kendini meslek erbabı ilan ettiğinden kendisine hak gördüğünü başkasına hak görmeyenleri, sosyal medyada ruh durumu dakikasını doldurmadan 😭 den🤣eye geçenleri ve yine sosyal medyada büyük büyük laflar edip ettikleri lafları unutup eleştirdiklerini övenleri ve şu an tek solukta aklıma gelmeyen nice nice sebepleri üst üste koyunca; bir gün bir şeylerin düzelebileceğine dair ümidim tükendi.
Üstelik depremin, seçim sonuçlarının, sosyal medya deneyimlerimin etkisi büyük olsa da bu tükeniş birdenbire, bir anda olmadı.
Yine de deprem, yine deprem, evet, 6 şubat depremi tıpkı 17 ağustos depremi gibi beni salladı ve içimin taşları yer değiştirdi.
Depremin ardından ekibimizle Türkiye'ye ilk geldiğimizde inanılmaz organizasyon sorunları yaşamıştık. Saatlerce havaalanında bekletilmiştik, "bizim sağlık çalışanı talebimiz yok" denilerek oradan oraya gönderilmiştik. Bu tutum üzerine, genel merkezimizden gelen talimat "Suriye'ye geçin" yönünde olmuştu. Ancak ben ayak diremiş -sonrasında duygularıma yenilip sağlayacağım yardımda 'ülke ve insan ayrımcılığı' yaptığım için kendime çok kızmış, kendimi çok ağır eleştirmiş olsam da- ülkemde kalma mücadelesi vermiştim. Ancak organizasyondaki sorunlar seri bir şekilde devam etmiş, Suriye'ye geçme hakkından da olmuş bir şekilde geri dönmek zorunda kalmıştık. Üstelik benim bencil inadım yalnız benim değil, ekibimde dört kişinin daha yardım elini çekmişti sahadan. Döndükten kısa bir süre sonra ise kararlı bir anutluk haliyle yıllık iznimi almış kardeş yardımıyla, İtalya ekibine dahil olup yeniden ülkeme gitmiştim. Ki bu tutumumun (tek başına bu tutumum olmasa da çünkü aynı dönem Türk Kızılayı'nın tutumuna tepkisiz kalınışını da eleştirmiştim) mesleki anlamda bana ciddi bir yaptırımı oldu ve Cox's Basar'daki son saha görevime gitmeden, saha dönüşümde 16 yıldır birçok farklı alanda çok severek çalıştığım kurumumla ilişkimin sonlanacağına dair anlaşmayı karşılıklı imzalandık.
Bu imzayla çocuklarımdan ayrılıyordum. Bir bakışından, bir mimiğinden, sesinin tonundan ne düşündüğünü, nasıl hissettiğini bildiğim çocuklarımdan. Gözlerinin içine baktığım, gözlerimin içine bakan çocuklarımdan. Annesiz büyüyen bana; anneliği ve aslında anneliğin doğurmak değil sevmek sadece sevmek olduğunu öğreten çocuklarımdan. Beraber güldüğüm, ağladığım, yürüdüğüm, durduğum, korktuğum, cesaretlendiğim, cesaretlendirdiğim, sustuğum, dinlediğim, konuştuğum, dinlendiğim çocuklarımdan ayrılmıştım bu imzayla.
Ve bu imzayla; bunca yıl sonra -birçok yönden- bir kez daha yeni bir başlangıç sürecine girmiştim. Değil mi ki; yeniden yeni bir başlangıç, o zaman radikal değişiklikler yapmalı kararını da bu imzayla almıştım.
Bu sabah kapatmayı unuttuğum alarm çaldığında telefonu elime aldım. Alarmı kapatırken gözüm telefonun ekranına sabitlediğim sayaçta yazan "6666. Gün"e takıldı ve içim burkuldu. Cox's Basar'ın ve uzun yolculuğun yorgunluğunu üstümden atamadığımdan biraz daha uyumak istiyordum ama 6666 takılmıştı bir kere gözüme, aklıma, ruhuma ve kalkma kararı aldım. Çay demlenirken emaillerimi gözden geçirmeye başladım, çoğu reklamdı ve okumadan siliyordum, sonra konsolosluktan gelmiş, dün nedense fark etmediğim, evvelsi gün tarihli emaili gördüm ve tıkladım. Bir davetiyeydi, vatandaşlıktan çıkma iznim onaylandığı için konsolosluğa davet ediliyordum. Gözüm sabah sabah ikinci kez ekranda sabit kaldı.
Bugün ülkemden ayrılışımın 6666. Günü. Ve benim içimde tarif etmek için kelimeler bulamadığım hisler var.
Evet, geride kalan seçim, son kez oy kullanıyorum dediğim seçim gerçekten de Türkiye için son kez oy kullandığım seçim olarak kalacak hayatımda ve elbette yurt hissi ile yurttaşlık aynı şey değil, lakin kendi ilkelerime ters düştüğüm bir durumda -kendi öz saygımı kaybetmemek adına- bir daha kalmamak için; elimi uzattığım insanın hangi ülkede, hangi milliyetten olduğunun önemi yok, diyerek, vatandaşlıktan çıkma iznimi resmi mercilerden önce ülkemden ayrılışımın 6666. gününde kendim onaylıyorum.
Belki zamanla ülkem yerine sadece Türkiye demeyi de öğrenir dahası içime sindirebilirim.
O güne değin başka bir ülkenin kimlik kartına sahip olacaksam da; vatansızım, yurtsuz ve yarsızım...
23 Eylül 23, Neßmersil