28 Eylül 2023 Perşembe
yer alan kişi ile ilgili yargılama sürecinin
devam etmediği tarafmızca belgelendiği için" cümlesi festivalin bağımsız olmadığını ve emir, itaat ilişkisinin hakim olduğunu ortaya koymuştur.
Lakin üzerinde durulması gereken önemli konu; jüri üyeleri ve yönetmenler arasında bu yoğunlukta itiraz ve boykot olmasaydı "Kanun Hükmü" isimli belgeselin geri alınması için bu açıklamada yer alan inceleme yapılacak ve bu karar alınacak mıydı? Cevabın "hayır" olduğunu biliyoruz. Bu demek oluyor ki birleşmek, beraber hareket etmek sonuç veren bir eylem. Tepeden gelen kararları değiştirebilen bir eylem.
26 Eylül 2023 Salı
23 Eylül 2023 Cumartesi
Depremin ardından saha görevi için iki gelişimi saymazsak -ki sayılmamalı, çünkü evimi, komşularımı, dostlarımı, aşina olduğum yerleri ve sembolik de olsa babamın mezarını göremedim- bugün ülkemden ayrılışımın 6666. Günü.
Bu 6666 gün bana çok şey kattı. Çok şey öğrendim, hem fiziksel hem ruhsal anlamda güçlendim, kendimi tevazuyla kutladığım lakin babamın çok gururlanacağını bildiğim küçük, büyük başarılarım oldu, ayakları üstünde duran, adımını sağlam basan bir kadın oldum.
Bu 6666 gün bana çok şey kattı, hep değil, bazen de aldı.
Bu 6666 gün boyunca; her zaman güçlü olmadım, olamazdım, insandım ve çok düştüm, çok yaralandım, çok koştum, çok yoruldum, çok kırıldım, çok kabullendim.
Bu 6666 gün boyunca; fiziksel olarak dahil olmadığım, olamadığım her eylem canımı yaktı. Öldürülen, tecavüze uğrayan, kayıp edilen, yok edilen çocuklar, kadınlar, erkekler, eşcinseller, translar, insancıl kalmış insanlar, hayvanlar için sokağa çıkmamak, kesilen ağaç, yakılan orman, yok edilen doğa için "dur" diyen sesimi duyuramamak, hukukun, haber alma özgürlüğünün uğradığı sektelere dışarıdan bakmak canımı yaktı. Canımı yakanlara karşı tek eylemimin yazmak olması bana kendimi ikiyüzlü hissettirdi, bu his canımı bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha derken; ülke şartlarında çok kez daha yaktı.
Bu 6666 gün boyunca; Paulo Coelho’nun "kimi köprüleri geçmem, kimilerini ise yıkmam gerektiğini yaşayarak öğrendim" sözlerine ek olarak yeni köprüler inşa etmeyi de öğrendim.
Bu 6666 gün boyunca; hiç doğum günü kutlamadım. Otuzlu yaşlarımdan kırklı yaşlarıma yol alır gibi yıl aldım. Kendim için hiç mum yakmadım, hiçbir mumu dilek tutup üflemedim. Babamın doğum günü kutladım her yıl, eğer biliniyorsa çocuklarımın doğum günlerini kutladım, bilinmiyorsa çocuklarıma güzel bir tarihi doğum günü olarak yazdırdım, o günleri kutladım, sevdiğim, değer verdiğim insanların doğum gününü kutladım. Kendi doğum günümü kutlamadım ama hiçbir doğum gününü unutmadığım gibi, onu da unutmadım.
Ve bu 6666 gün boyunca; çok özledim, hatta en çok özledim. Hep bir 'keşke' oldu yüreğimin dıştan duyulmayan çığlığında ve her daim 'bir gün geri döneceğim' ümidi, döndüğümde hiçbir şeyin bıraktığım gibi ol(a)mayacağını bile bile.
Ülkede herkes için umut olan seçim, benim için de bir umuttu. Yurt dışında yaşayanlar oy kullanmamalı, diyenlere verecek bir cevabım yoktu, çünkü ben de öyle düşünüyordum. Lakin çok sevdiğim ülkemin geleceğine kendileri aydınlıkta yaşarken karanlığı reva görenlere tek oyla da olsa karşı çıkmam gerektiğini de düşünüyordu isyancı yanım. O yüzden 14 Mayıstaki seçim için son kez oy kullanıyorum dediğim halde ikinci tur için tekrar pek de kolay olmayan şartlarda sandığa gittim. Üstelik oyumu Türkiye'deki %48'in en az yarısının hissettiği 'içime sinmese de' duygularıyla kullandım. Seçim sonuçlarına ben de Türkiye'de yaşayan birçok insan gibi oturup hüngür hüngür ağladım. Fakat oyumu Kılıçdaroğlu'na verdiğime pişman olmadım. Tek alternatif olduğu için, seçim aydınlık ve karanlık arasında olduğu için her şartta ona verecektim. Seçimin ardından gelen Selahattin Demirtaş'ın "aday olmam istenmedi" açıklaması, "Kılıçdaroğlu'na oy vermemek için tek gerekçem Demirtaş'ın aday olması" diyen beni çok üzmüş olsa da seçim günü şartlarını, birçokları gibi beni de saran umudu düşünerek, pişman değilim, dedim.
Ve fakat seçimden sonra muhalefetin "adam kazandı"dan çok da farklı olmayan tutumu, kendi iç hesaplaşmalarını dışa gereğinden fazla yansıtmaları az da olsa güven sağlayan zemini yeniden kayganlaştırdı. Öte yanda oy verdiği aday, deprem bölgesinde hayal ettiği kadar oy alamadığı için kendini muhalif sayan seçmenlerin depremzedelere karşı tutumu, ülkenin her yanını her zamankinden hızlı saran yobazlaşmaya karşı birleşemeyen görüşü solda duran ama sadece duran cenahı, kendine göre ahlak anlayışı olanları, küçücük çocukların tecavüze uğradığı, küçücük çocukların tecavüzcüsüyle evlendirildiği ve sadece erkek olarak dünyaya gelmemiş olmanın yeterince zor olduğu bir ülkede kendileri gibi olmayan kadınların kadınlıklarına saldırmayı kendine hak gören kadınları, sözde kadın haklarından yana olduğunu iddia eden ama kadın bedeni üzerinden küfür etmekte beis görmeyen erkekleri, içme suyuna ulaşamayan, içme suyuna ulaşmak için sosyal medyada sesini duyurmaya çalışan insanlara dahi parmağının ucunda küfür barındırabilen insan görünümlüleri, neredeyse soluduğu havaya bile vergi öderken bu vergilerin nerede kullanıldığını sorgulamayanları, birçok meyveyi hiç tatmamış, eti sadece o da şansı varsa kurban bayramlarında yiyebilen dahası yatağa aç giren çocukların olduğu bir ülkede benzin fiyatlarından şikayet eden ama bir hafta kontağı kapatıp boykot etmeye erinenleri, çocuklarının karnını doyurmak için internet üzerinden el emeğini göz nurunu satmaya çalışan kadınlara utanmadan ahlaksız teklifler yapanları, yürütülen yanlış göç politikalarının hıncını çocuğa varana kadar sığınmacılardan çıkaran ırkçıları, her yıl; okulda, oyunda, sosyal etkinlikte olması gereken onlarca çocuğun iş kazasında ölmesine ve yüzlerce kadının erkek eliyle öldürülmesine olan ilgisi ve dahi tepkisi hashtaglerden öteye gitmeyenleri, hukuku sindirme, susturma yöntemi olarak kullanan sistemin işe yaradığını belli edercesine sinip susanları, haber alma özgürlüğünün değerinin farkında olmayan, tutuklanan gazetecilerin haksız tutuklanmalarına yazdığı gazeteye, yaptığı habere göre tepki verenleri, anayasanın kendisine sunduğu haktan bihaber grev kırıcıları, mesleği ne olursa olsun; diğer meslektaşlarına ya da başka mesleği icra edenlere, kendi kendini meslek erbabı ilan ettiğinden kendisine hak gördüğünü başkasına hak görmeyenleri, sosyal medyada ruh durumu dakikasını doldurmadan 😭 den🤣eye geçenleri ve yine sosyal medyada büyük büyük laflar edip ettikleri lafları unutup eleştirdiklerini övenleri ve şu an tek solukta aklıma gelmeyen nice nice sebepleri üst üste koyunca; bir gün bir şeylerin düzelebileceğine dair ümidim tükendi.
Üstelik depremin, seçim sonuçlarının, sosyal medya deneyimlerimin etkisi büyük olsa da bu tükeniş birdenbire, bir anda olmadı.
Yine de deprem, yine deprem, evet, 6 şubat depremi tıpkı 17 ağustos depremi gibi beni salladı ve içimin taşları yer değiştirdi.
Depremin ardından ekibimizle Türkiye'ye ilk geldiğimizde inanılmaz organizasyon sorunları yaşamıştık. Saatlerce havaalanında bekletilmiştik, "bizim sağlık çalışanı talebimiz yok" denilerek oradan oraya gönderilmiştik. Bu tutum üzerine, genel merkezimizden gelen talimat "Suriye'ye geçin" yönünde olmuştu. Ancak ben ayak diremiş -sonrasında duygularıma yenilip sağlayacağım yardımda 'ülke ve insan ayrımcılığı' yaptığım için kendime çok kızmış, kendimi çok ağır eleştirmiş olsam da- ülkemde kalma mücadelesi vermiştim. Ancak organizasyondaki sorunlar seri bir şekilde devam etmiş, Suriye'ye geçme hakkından da olmuş bir şekilde geri dönmek zorunda kalmıştık. Üstelik benim bencil inadım yalnız benim değil, ekibimde dört kişinin daha yardım elini çekmişti sahadan. Döndükten kısa bir süre sonra ise kararlı bir anutluk haliyle yıllık iznimi almış kardeş yardımıyla, İtalya ekibine dahil olup yeniden ülkeme gitmiştim. Ki bu tutumumun (tek başına bu tutumum olmasa da çünkü aynı dönem Türk Kızılayı'nın tutumuna tepkisiz kalınışını da eleştirmiştim) mesleki anlamda bana ciddi bir yaptırımı oldu ve Cox's Basar'daki son saha görevime gitmeden, saha dönüşümde 16 yıldır birçok farklı alanda çok severek çalıştığım kurumumla ilişkimin sonlanacağına dair anlaşmayı karşılıklı imzalandık.
Bu imzayla çocuklarımdan ayrılıyordum. Bir bakışından, bir mimiğinden, sesinin tonundan ne düşündüğünü, nasıl hissettiğini bildiğim çocuklarımdan. Gözlerinin içine baktığım, gözlerimin içine bakan çocuklarımdan. Annesiz büyüyen bana; anneliği ve aslında anneliğin doğurmak değil sevmek sadece sevmek olduğunu öğreten çocuklarımdan. Beraber güldüğüm, ağladığım, yürüdüğüm, durduğum, korktuğum, cesaretlendiğim, cesaretlendirdiğim, sustuğum, dinlediğim, konuştuğum, dinlendiğim çocuklarımdan ayrılmıştım bu imzayla.
Ve bu imzayla; bunca yıl sonra -birçok yönden- bir kez daha yeni bir başlangıç sürecine girmiştim. Değil mi ki; yeniden yeni bir başlangıç, o zaman radikal değişiklikler yapmalı kararını da bu imzayla almıştım.
Bu sabah kapatmayı unuttuğum alarm çaldığında telefonu elime aldım. Alarmı kapatırken gözüm telefonun ekranına sabitlediğim sayaçta yazan "6666. Gün"e takıldı ve içim burkuldu. Cox's Basar'ın ve uzun yolculuğun yorgunluğunu üstümden atamadığımdan biraz daha uyumak istiyordum ama 6666 takılmıştı bir kere gözüme, aklıma, ruhuma ve kalkma kararı aldım. Çay demlenirken emaillerimi gözden geçirmeye başladım, çoğu reklamdı ve okumadan siliyordum, sonra konsolosluktan gelmiş, dün nedense fark etmediğim, evvelsi gün tarihli emaili gördüm ve tıkladım. Bir davetiyeydi, vatandaşlıktan çıkma iznim onaylandığı için konsolosluğa davet ediliyordum. Gözüm sabah sabah ikinci kez ekranda sabit kaldı.
Bugün ülkemden ayrılışımın 6666. Günü. Ve benim içimde tarif etmek için kelimeler bulamadığım hisler var.
Evet, geride kalan seçim, son kez oy kullanıyorum dediğim seçim gerçekten de Türkiye için son kez oy kullandığım seçim olarak kalacak hayatımda ve elbette yurt hissi ile yurttaşlık aynı şey değil, lakin kendi ilkelerime ters düştüğüm bir durumda -kendi öz saygımı kaybetmemek adına- bir daha kalmamak için; elimi uzattığım insanın hangi ülkede, hangi milliyetten olduğunun önemi yok, diyerek, vatandaşlıktan çıkma iznimi resmi mercilerden önce ülkemden ayrılışımın 6666. gününde kendim onaylıyorum.
Belki zamanla ülkem yerine sadece Türkiye demeyi de öğrenir dahası içime sindirebilirim.
O güne değin başka bir ülkenin kimlik kartına sahip olacaksam da; vatansızım, yurtsuz ve yarsızım...
23 Eylül 23, Neßmersil
22 Eylül 2023 Cuma
Kamptan havaalanına 10 saat süren yolculuk, bagajdı, pasaporttu, aktarmalardı, bekleme süreleriydi derken 19 saat süren uçak yolculuğu ve şimdi de indisi bindisi derken yaklaşık 7 saat sürecek olan tren ve otobüs yolculuğunun ardından evde olacağım..
Yorgunum, o kadar yorgunum ki bacaklarımdaki seğirmeyi kontrol altına alamıyorum, bu hiç olmazsa kısa bir süre de olsa uyumama engel oluyor. Camdan dışarı bakıyorum, hızla yanımdan geçen düzenli yerleşim yerlerine ve yeşile. Bizi Kutupalong'dan alıp Dakka'ya götürecek minibüs sahil şeridinde ilerlerken de camdan dışarı bakıyordum. Sağ yanda mükemmel güzellikte dünyanın en uzun doğal kumsalı, sol yanda gecelik konaklama ücreti kendilerine hizmet eden Bangladeşlilerin aylığından fazla olan, lüks kelimesinin yeğni duracağı şatafattaki otellerin arasında ilerlerken minibüs, Cox's Basar'ın sadece birkaç kilometre ile ayrılan iki farklı dünyasını düşünüyordum, aklımda Hasan Hüseyin'in dizeleri vardı, tam toparlayamasam da;
"öyle bir yerdeyim ki
ne karanfil ne kurbağa
bir yanım mavi yosun
dalgalanır sularda
...
bu ne beter çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge
yaprak döker bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe
...
öyle bir yerdeyim ki
bir yanım çığlık çığlığa"
20 Eylül 2023 Çarşamba
Amcam derdi ki; nasıl ki kimseye iliklenmesin diye cüppenin düğmesi olmuyorsa kimseye boyun eğmesin diye de hukukun k si yumuşamaz.
Elbette k harfinin yumuşamama sebebi kelimenin kökeni ile alakalı. Lakin geçmişte, adaletin doğru tecelli etmediğinin düşüldüğü anlarında dahi, halk bilirdi ki; Türkiye bir hukuk devleti.
Halk bugün hukuka güvenmiyor, Türkiye'nin artık bir hukuk devleti olduğuna inanmıyorsa, bunda; cüppesine düğme dikenlerin, düğme dikmemişse dahi iliklenmiş gibi önünü tutanların, hukukun k sini yumuşatanların da payı vardır.
19 Eylül 2023 Salı
Takdir etmem mi lazım sövmem mi emin değilim ve fakat şu bir gerçek buradaki insanlara hem hayranlıkla hem hayretle bakıyorum.
Yerlerinden, yurtlarından kovulmuşlar, hayatta kalırız umuduyla komşu ülkeye sığınmışlar, orada onlara derme çatma çadırlar, barakalar verilmiş, burada yaşayacaksınız, ne ileri gidebilirsiniz ne geri dönebilirsiniz, denmiş, kimileri kaçmaya çalışmış yakalanmış, kimileri sesini duyursun diye yangınlar çıkartmış, sesini duyuramadığı gibi tutuklanmış, bir çoğunu da çadırsız, barakasız bırakmış, yüksek okula gitmek isteyene, sen okuyamazsın, şehirde çalışmak isteyene, kamptan çıkamazsın, paraya ihtiyacım var diyene, ayda 8 dolar neyine yetmiyor, hem nereye harcayacaksın denmiş; "Allah'a şükür" demekten vazgeçmemişler.
İki gündür yağan yağmur kampta çoğu yeri su altında bıraktı, çadırlar, barakalar su içinde, yatak, döşek, çanak, çömlek çamur içinde, zaten temini zor olan içme suyu risk altında, iki gündür elektrik kesik, soğutulması gereken tıbbi malzeme için yeterli jeneratör olmadığından bir kısmı imha edilecek. Biz isyandayız ama onlar "Allah'a şükür" demekten yine vazgeçmediler.
Çocuklarda da var bu tevekkül hali. Sırılsıklam, çamurlara bata çıka, çıplak ayak, havası kaçmış bir topla çılgınlar gibi futbol oynuyorlar. Soruyorum merakımdan gerçekten eğleniyorlar mı diye. Heyecanla anlatıyor biri "dört yıl önce yine böyle çok yağmur yağdığı bir zamandı, yabancılar gelmişti ama sadece kampın güzel yerlerini görüntüleyip gidenlerden değil, gerçek kameraları olanlardan, meraklı sorular soranlardan" ,"gazeteciler mi?" diye sorarak sözünü kesiyorum, "hayır hayır" diye itiraz ediyor "gazete değil, gerçek kamerayla, televizyonda yayınlanan." Gülümseyerek "peki" diyorum "hadi, devam et anlatmaya, merak ettim." Kısacık bir süre yüzüme bakıyor, merakımın gerçek olduğuna inanmış olmalı ki aynı heyecanla devam ediyor "işte o gerçek kameralı adamlar ve kadınlar futbol oynayan çocukları çekiyor, sonra bir filme çıkmış o çocuklar, ailelerine çok para vermişlerdi." "Siz de o yüzden mi top oynuyorsunuz bu yağmurun altında, çamur içinde. Yani birileri bizi de kamerayla çeker diye mi?" Çocuk gülüyor "aslında böyle bir şey olsa çok iyi olur ama hayır onun için top oynamıyoruz." "Peki neden?" diye soruyorum. Tüm yüzünü hınzır bir gülümseme kaplıyor "burada oynamasak annelerimiz çadırı temizletir, sonra yaptığımız işi beğenmez kızar. Şimdi de top oynadık diye kızacak yani öyle de böyle de kızacak. Top oynamak güzel. Allah'a şükür ki bir topumuz var." Gülüyorum ve kendi kendime diyorum ki "parçası olduğum modern(!) dünyada olsam; böyle bir durumda temizliği anneyle beraber üstlenmesi gerektiğini, temizliğin sadece annenin sorumluluğunda olmadığını anlatırdım ama burada bu çocuğun güzel gözlerine bakıp gülüyorum."
Aklımda bir soru; her şartta -ki burası düşünülürse çok berbat şartlarda- şükür etme kabiliyetini inançlarının gücünden mi yoksa kendi zayıflıklarından mı alıyorlar. Ben hiçbir zaman bir tanrıya ve dahi varlığına inanmadım, o yüzden onların şükürlerini, tevekkül hallerini anlamam mümkün değil. Lakin, diyorum, ben bir tanrıya inansaydım ve onların yaşadıklarını yaşasaydım, o an terk ederdim beni ve benim gibi milyonlarca insanı yok sayan tanrıyı. O yüzden biliyorum ki; benim bu insanların inançlarına saygı duymam gerek. Onlara duyduğum saygı zaten çok büyük..
D.K 19 Eylül 2023, 23:40, Kutupalong
15 Eylül 2023 Cuma
14 Eylül 2023 Perşembe
12 Eylül 2023 Salı
Zelda* gerçekten de şizofren ya da bipolar mıydı? Yoksa aslında narsist bir erkeğin psikolojik manipülasyonlarının kurbanı mıydı?
F. Scott Fitzgerald'ın -kendi yazdığı mektuplar ışığında- Zelda'nın hastalığını bir materyal olarak gördüğünü biliyoruz ve Illies'in de dediği gibi, bir hastalığı materyal olarak görmek dahası bunun kendisine ait bir materyal olduğunu iddia etmek ne kadar sağlıklıydı. Ya yeni evlendiği kadına New York'un en sosyetik mekanlarında "o Amerika'nın ilk flapper'ı" diyerek yeni bir akımın ilk temsilcisi ilan etmesi ve Zelda hakkında haber yapan gazetecilere Zelda'yı flapper olarak belirtmemişlerse hakaret notları yollaması. Bir de Scottie var tabii. Zelda'nın mektuplarından birinde yazdığı üzere kızının ismi konusunda bilinenin aksine hiç söz hakkı olmadığını konusu var. Zelda mektubunda, Francis Scott'un kızlarına kendisi gibi bir dahi olması umuduyla Frances Scott adını verdiğini ancak kendisinin bunu absürt bulduğunu o nedenle kızlarına Scottie demeyi tercih ettiğini yazmış.
Tüm bunları düşününce; Türkçeye Alev K. Bulut tarafından çevrilip Can Yayınlarından yayımlanan "Son Valsi Bana Sakla" romanı "Save Me The Waltz" için F. Scott'un Zelda'yı bu denli aşağılaması, romanın satılmaması için Zelda'nın kendi romanından -henüz yazmadığı (Tender is the Night**) ama materyalinin kendisine ait olduğunu iddia ettiği- intihal yapan üçüncü sınıf bir yazar olduğunu söylemesi belki de hafif bile kalabilir.
O yüzden bugün cevabını asla öğrenemeyeceğimiz soru birçoklarında olduğu gibi bende de hep var olacak; Zelda gerçekten de şizofren ya da bipolar mıydı? Yoksa aslında narsist bir erkeğin psikolojik manipülasyonlarının kurbanı mıydı?
*Ben bu kısacık yazıda Zelda'yı ne F. Scott'un karısı ne de Alabamalı zengin köle taciri ve ırkçı Sayre kanunlarını yazan politikacı Anthony Dickinson Sayre'ın kızı olarak anmak istemediğimden soy isim kullanmadım.
**Tender is the Night, Türkçe olarak; 1962 yılında, Hayat Kitabevinden, Azize Bergin çevirisiyle "Güzeldi Gece" adıyla, 2010 yılında, Bilge Kültür Sanat Yayınlarından Gülden Özbilun çevirisiyle "Müşfikti Gece" adıyla, 2013 yılında, Everest Yayınlarından, Püren Özgören çevirisiyle "Buruktur Gece" adıyla, 2014 yılında, İletişim Yayınlarından, Hasan Fehmi Nemli çevirisiyle "Sevecendir Gece" adıyla yayınlandı. Belki bilgim dahilinde olmayanlar da vardır.
11 Eylül 2023 Pazartesi
10 Eylül 2023 Pazar
8 Eylül 2023 Cuma
6 Eylül 2023 Çarşamba
4 Eylül 2023 Pazartesi
3 Eylül 2023 Pazar
...yine aklıma geldi...
"birisinin bana en son ne zaman, ne istersin, diye sorduğunu hatırlamıyorum. daha da fenası kendi isteklerime o kadar uzaklaştım o kadar yabancılaştım ki, bugün kalkıp biri bana, ne istersin, diye sorsa; verecek cevabım yok."
Burası işte tam olarak böyle bir yer..
Kimsenin kişisel hiçbir isteği yok..
Kitlesel psikolojinin etkisiyle buradan çıkmak istiyorlar, ülkelerine geri dönmek ya da onları kabul edecek bir ülke bulmak..
Lakin akşamdan sabaha, bir anda bu istekleri gerçekleşse, ne yapacaklarını bilemezler..
Yarınsız, geleceksiz olmaya o kadar alışmışlar ki; "artık özgürsünüz" dese birileri, çoğu özgürlüğün ne olduğunu hiç bilmemiş, bilenlerse çoktan unutmuş halde..
Çamaşırhaneye gittiğimde gördüm ki bütün makineler çalışır vaziyette. Gerisin geri dönmeden önce makinelerin önünden tek tek geçmeye karar verdim. Makinelerde, bitmesine ne kadar süre kaldığını gösteren bir ekran var, niyetim onları kontrol etmek ve süresi az kalmış olan varsa onu beklemek.
İki koridor halinde, bir sırada on iki makine, toplamda 48 makine var. Duvar kenarında olanların üstünde de kurutucu. Çamaşırhaneyi iki koridora ayıran orta sıradaki makinelerin üstünde kurutucular yok. Onların üstünde sepetler istiflenmiş, en baştaki ve en sondakilerin üstünde de koca birer varil deterjan. Variller doluyken indirip içinden deterjan almak zor, o yüzden tabure konulmuş önlerine. Gerçi kurutucudan çamaşırları almak için de kullanılıyor bu tabureler. Tabureler benim IKEA'nın her eve lazım diye adlandırdığım tabureleri. Ki bu olağan, çünkü kamptaki bütün çamaşırhanelerin kurucu ve destekleyicisi IKEA.
Makinelerin yanından geçip başımı sağa sola çevirip ekranlarına bakarken bir anda makinelerden çıkan ses kulağıma tulum sesi gibi gelmeye başladı. Durdum, dinledim. Yok, ya bir yerde hakikaten tulum çalınıyor ya da bu, yorgunluktan kaynaklı paracusia. Tulum sesinin kaynağını bulamadığım ancak hala duyduğum için çamaşırhaneden derhal çıkma ihtiyacı duydum. Çamaşırhaneden çıkar çıkmaz ses kesildi. Başımı içeri uzattım, tulum sesi, hatta Hemşin horonu. Ağladım ağlayacağım, sinir sistemim artık o derece alt üst. Elimde çamaşır torbam, gitsem mi kalsam mı çaresizliği. Bir sigara yaktım ve beklemeye karar verdim, neyi beklediğimi bilmeden.
Sigaram bitince içeri girdim tekrar. Tulum sesi yok, makinelerin olağan sesinden başka ses yok. Ruhumda oluşan bocalamaya kulak vermemek adına direkt duvardaki tabelaya baktım, iki yeşil ışık yanmış, bu iki makinenin bittiği anlamında, birini bulmak için hızla ilerliyorum koridorda. Biten makinelerden biri ortadakilerin sol yanında, ötekini aramadan içindekileri bir sepete boşaltıp makinenin üstüne koyuyorum, sahibi gelip alsın diye. Kendi çamaşırlarımı makineye atıp çalıştırıyorum. Cep telefonuma bitiş zamanı için alarm kuruyorum.
Tam çamaşırhaneden çıkacakken tulum sesi yeniden başlıyor, bu kez ses yakın ve yankılanmıyor. Sesin geldiğini tahmin ettiğim yöne doğru yürüyorum, yerde bir çamaşır sepeti, sepetteki önlüğün cebinden bir telefon ışığı görünüyor. Eğiliyorum, telefona ulaşmak için önlüğü elime alıyorum, ekrana bakıyorum, Arapça kökenli olsa da Türkçe olduğunu tahmin ettiğim bir isim yazıyor. Telefonu açıyorum, iç güdüsel olarak "alo" diyorum, karşımdaki ses oldukça heyecanlı, telefonun sahibi olduğunu, telefonunu kaybettiğini söylüyor heyecanı her hecesine işlenmiş bir ingilizceyle. Sesinden tanıyorum, Türkiye ekibinden genç bir asistan hekim, yine de ismini söyleyip, o olup olmadığını soruyorum, "Evet, benim, siz kimsiniz?" diyor, sanırım kim olduğunu bilmemin yanında sorunun Türkçe olmasının şaşkınlığı da var sesinde. "Ben Dilek" diyorum ve "telefonun çamaşırhanede, önlüğünün cebinde unutmuşsun" diye ekliyorum. "Sağ olun hocam, hemen geliyorum" diyor. "Boş makine de var" diyorum, "tamam hocam" diyerek telefonu kapatırken içinin rahatladığına delalet uzunca bir nefes verdiğini duyuyorum, ki benim de içim rahatlamış halde.
-○-
Telefonun sahibinin adını ve geldikten sonrasına ait konuşmaları (burada ve şimdi) onun kişisel haklarına duyduğum saygıdan dolayı yazmayacağım. Ancak yine de belirtmek isterim; gıpta ettim gencecik meslektaşıma. Azmine, bilgisine ve hayat enerjisine hayran kaldım. Ve bir kez daha anladım ki bize sunulan saha görevindeki zaman kısıtlaması nimet değerinde. Çoğu zaman sahadayken iyi bir şey yapıyor olmanın verdiği doygunluk hissi, hem ruhsal hem fiziksel tükenme sınırına dayanan yorgunluğu anlamaya engel oluyor. Umarım bir gün bu uygulama canı gönülden çalışan ve çok ama gerçekten çok başarılı olan Türkiyeli hekimlere, sağlık çalışanlarına da ulaşır. Sadece sahada da değil, ülkede de çalışma şartları her anlamda iyileştirilir. Ve bu temennim sadece sağlık çalışanları ile de sınırlı değil, mesleğini halkıyla icra eden tüm emekçiler için aynı şeyi yani insanca ve haklı karşılığını maddi manevi alabildiği çalışma koşulları dilerim.
D.K. 3 Eylül 2023, 15:25, Kutupalong












