göğe bakıyorum,
gri
koyu gri..
gün yine unutmuş güneşi doğurmayı..
aşk öldüğünde nereye gömülür
mezarı nerededir ölmüş aşkın
unutmak mıdır aşkın mezarı
ya da unutamayanın zihni, kalbi, ruhu mu
kendi kendine mi ölür aşk
ve neden ölür aşk
cinayet midir, doğal ölüm mü
solunum yetmezliğinden mi, kan kaybından mı
ya da kırık kalp sendromundan mı
neden ölür aşk
ve öldüğünde nereye gömülür
?
İyileri enayi, kendilerini ise çok akıllı sananlar var. Oysa ne iyiler enayi ne de kendileri çok akıllıdır. Zira iyiler sadece iyidir ve enayi sanılmaları, iyi olmalarına engel teşkil etmez hatta kendini çok akıllı sananları kendi dünyalarında bırakıp sessiz sedasız uzaklaşmayı bilecek kadar akıllılardır.
O nedenle anlık bir kazanıma bakıp iyileri enayi yerine koymayın, uzun vadede kaybeden olursunuz. Çünkü çevrenizde hiç iyi insan kalmazsa ya kötülükte ya da yalnızlıkta boğulursunuz.
Bir ülkede ilköğretim öğrencileri dahi birbirlerine; okuldan sonra ne yapıyoruz, tek kale mi çift kale mi, ödevin çok mu, en son hangi kitabı okudun, öğretmenin dediklerini anladın mı ve/veya benzer sorular sormak yerine, yetişkinlerin bile söylerken dilinin dönmediği ekonomik terimleri kullanıyor, kullandığı kelimenin ne anlama geldiğini ailesinin ekonomik durumu üzerinden anlamaya kafa patlatıyorsa; o ülkede, ekonominin iyi olduğundan söz edilemez, kalkınmadan bahsedilemez!
Dersten, oyundan başka derdi olmaması gereken çocuklar geleceklerinden endişe ediyorsa; daha neyin tartışması yapılıyor, bilmiyorum!
Mevcut siyasiler, iktidar, muhalefet ayırmaksızın, ülkenin çocuklarının geleceği için değil de, ülkenin ölen, öldürülen çocukları üzerinden siyaset yapıyorsa; daha neyin tartışması yapılıyor, bilmiyorum!
Siyaset hiçbir zaman temiz olmadı, hiçbir iktidar en çok halkı düşünerek yönetmedi, ülkede asla tam bir aydınlık, tam bir refah olmadı, bu gerçek. Lakin ülke, hiç, şu son yıllardaki kadar, muhalefetsiz de kalmamıştı.
Yazık! Çok yazık!
Bölüm kıdemlisi yemekhanede gelip karşıma oturdu. Ben aceleyle yemeğimi yemeye çalışırken, o, durmadan konuşuyordu. Konudan konuya atlayarak, diyalogdan ziyade monolog şeklinde ilerleyen sohbette benim kısa yanıtlı katkılarımla laf lafı açtı. Derken; "nasıl, beğendin mi, alıştın mı buralara?" diye sordu. O ana kadar konuşmalar mesleki sınırda olduğu için, kliniği mi yoksa şehri mi sorduğuna emin olamasam da, fikrim, her halükarda olumlu olduğu için, evet, dedim kısaca. Verdiğim cevap onu tatmin etmemiş olsa gerek ki bu kez de; Almancaya iyi hakim olsam da "şehirde en çok neyi beğendin?" anlamında mı yoksa "şehrin en çok nesini beğendin?" anlamında mı yöneltildiğine emin olamadığım bir soru sordu. Yine de hiç düşünmeden "insanlarını" dedim ve içtenlikle ekledim "burada insanlar çok cana yakın, karşısındakini bunaltmadan (ki 'bunaltmadan' der demez yanlış anlaşılır mı endişesiyle kelime seçimimden pişman oldum) sohbet etmeyi seviyorlar, her fırsatta ikram edecekleri çayları, samimi gülüşleri ve neşeli sohbetleri var. Üstelik bu sürede ne yabancı düşmanlığı ne de başka bir ayrımcılığın emaresine rastladım." Yüzüne, hiç de hoşuma gitmeyen, gülmeden çok, sırıtış, olarak adlandıracağım bir ifade yerleşti ve "şehri gezdim, dedin, fark etmiş olmalısın, bir tane dahi döner kebapçı yok. Çünkü burada, senin gibi eğitimli, kaliteli, uyumlu birkaç yabancı çalışan ya da gezip görmeye gelen kaliteli turist haricinde yabancı bulunmaz. O nedenle haklısın, bizim burada, yabancı düşmanlığı yoktur, rahat ol" diyerek, yabancı düşmanlığının, ayrımcılığın dik alasını yapmış olduğunun ayrımına varmadan sırıtmaya devam etti. Yüzünde o mide bulandırıcı sırıtış bir de "Qualität" derken canlıdan mı maldan mı bahsettiği anlaşılmaz bir tını olmasa; kendini doğru ifade edemedi ya da ben yanlış anladım, diyebilirdim. Fakat aklımdan geçeni söyleyip söylememek arasında kaldığım kısacık sürede, yüzündeki o sırıtışın yanında bir de "şah" ünlemi fark edince, dayanamayıp "rahatım, şu an ilk kez yabancı düşmanlığı ile karşılaşmış olmam, toplumun geri kalanına karşı hislerimi değiştirmeyecek" dedim ve tepsimi topladım. Masadan kalkarken "afiyet olsun" diyerek gülümsedim, şaşkın "sana da" diye karşılarken yüzüme ilişmiş "şah-mat" ünlemini görüp görmediğini bilmek isterdim.
Tepsimi, tepsi toplama rafına yerleştirirken, eminim ki, duruşum, muzaffer bir eda sergiliyordu. Oysa üzgünüm. Üzüldüm, hem de çok üzüldüm. Davranışımın herhangi bir istidlali ya da müeyyidesi olur mu bilmiyorum, lakin umursamıyorum da. Sadece üzgünüm. Anlık bir utku ile cilalanmış bağamın içinde; kırgın ve yenik işimin başına döndüm..
Yol ayrımına geldiğimizde yıllar önce, yargılanırken ben ve yargılarken siz, kendi ayaklarımı buldum, belki de ilk olarak. Bulduğum ayaklarımla basmayı öğrendim önce, sağlam basmayı, sonra da yürümeyi. Çiçek bahçelerinden geçip de gelmedim buraya.
Buza yatırdım kırgınlıklarımı, kızgınlığımı. Bozulmadan beklesinler, zamanı gelince tazecik bulayım ve tekrar göğüs kafesime yerleştireyim diye. Öyle olmadı. Buz eridikçe baktım onlara ve gördüm ki sersefil yatıyorlar suyun içinde. Bıraktım, bıraktım boğulsunlar, kurtulanlar da suyla akıp gitsin diye. Hiçbir şey kalmasın istedim o günlerden bugüne, hiçbir şey, kızgınlıklar, kırgınlıklar bile.
Çiçek bahçelerinden geçip gelmedim buraya, dedim. Yine de çiçekler vardı yolum üstünde. Koparmadan kokladım bazılarını, bazılarından köküne zarar vermeden dal aldım, tohum aldım. Kendi çiçek bahçemi kurayım diye. Kurdum kendi çiçek bahçemi, rengarek çiçekleriyle, hepsine bir isim verdim ve dikkat ettim hep, dikenleri olmasın, olur da geçerse yolu birilerinin bahçemden, yara almadan yürüsün diye.
Yol ayrımına geldiğimizde yıllar önce, yargılanırken ben ve yargılarken siz, bilmiyordum bir gün kendi ayaklarım, kendi yolum, kendi çiçek bahçem olacağını. Ve bilmiyordum beni yargılayanların asla bir çiçek bahçeleri olamayacağını, asla üzerinde duracakları ayaklarını bulamayacaklarını. Ve bilmiyordum, günü gelip de "her şeye rağmen" ve "sayenizde" diyeceğimi.
Bugün karşılaştım birinizle. Buz eridiğinde görünen kızgınlıklarım ve kırgınlarımdan daha sersefil bir halde. Ve ben, taze kalsınlar diye buza yatırdığım sonra da kaderlerine terk ettiğim için göğüs kafesime yeniden yerleştirmemiş olsam da o kırgınları ve kızgınlıkları, karşılık vermedim, veremedim, vermek istemedim sahte bir gülüşe tutunmuş "merhaba"ya. Döndüm ve yürüdüm. Benim kendi ayaklarım vardı, kendi yolum, kendi bahçem ve şimdi içimde, bahçemde öten kuşların cıvıltısı, çiçeklere konan kelebeklerin huzuru var.
Almanya'daki 6840. Gün, kendime "aferin" dediğim tarih; 15 Mart 2024
Her güne bir serzenişte bugün;
On bin, 11 bin, 12.000 yazmaya üşenip (bilmemkaç)K yazan insanlara henüz alışmamışken, üstelik alışmak gibi bir niyetim ve çabam hiç yokken, fark ettim ki (bilmemkaç)K artık sadece yazı dilinde değil, konuşma dilinde de başat hale gelmiş. Üstelik K "ka" diye telaffuz ediliyor.. : \
Arkadaş dedi ki; Bahar adında bir dizi var. İzlerken yer yer sen geldin aklıma. Merak ettim, bahsetti biraz konusundan, YouTube'da varmış dizi, o yüzden fazla da anlatmadı, eğer izlersem hevesim kaçmasınmış.
Bugün 8 Mart!
Bazı ülkelerde adına "Dünya Kadınlar Günü" deniyor, bazı ülkelerde "Dünya Emekçi Kadınlar Günü", bazı ülkelerde ise adına hiçbir şey denmiyor; ya kadının adı olmadığı gibi günün de adı olmadığından ya da kadının toplumdaki yeri böyle bir günü gerektirmediğinden.
Bugün 8 Mart!
Emekçi kadınlar, emeklerinin karşılığını hala tam olarak almıyor. Kadın, aynı mesleği icra ettiği erkek meslektaşından hala daha az maaş alıyor. Kadının emeği iş hayatında hala küçümseniyor. Sadece iş hayatında mı? Kadının evde verdiği emek de küçümseniyor, hatta yeri geliyor, hemcinsleri tarafından küçümseniyor.
Bugün 8 Mart!
Dünyada birçok kadın eğitim-öğretimde de erkek ile eşit şartlara sahip değil. Laik bir ülke olan Türkiye Cumhuriyeti'nde de durum farklı değil. Kız çocukları, aileleri ne kadar isterse ve nerede isterse, o da, sadece zorunlu eğitim sürecinde öğrenci olabiliyor.
Bugün 8 Mart!
Dünyadaki kadın nüfusunun yarısından fazlasının kılık kıyafeti toplum tarafından belirleniyor. Her kesimden her sınıftan insan, kadının baş örtüsünden şortuna ne giyeceğine karışma hakkını kendinde buluyor.
Bugün 8 Mart!
Dünyanın birçok yerinde kadın gönlünce aşık dahi olamıyor, istediği kişiyle öpüşüp sevişemiyor. Kadının kiminle cinsel ilişkiye gireceği başkaları tarafından belirleniyor. Kadının haz alması ayıp karşılanıyor. Kadının orgazm hakkı bazen bir jiletle elinden alınıyor. Dünyada hala kadının "hayır"ını, "istemiyorum"unu anlamayan, anlamak istemeyen erkekler var, utanmadan, sıkılmadan "naz" diyenler. Kadının bedeninin sadece kendine ait olduğunu kabul etmeyenler hala dünya nüfusunda çoğunluğu teşkil ediyor.
Bugün 8 Mart!
Dünyanın her yerinde, her kesimden, her sınıftan kadın hala hem ruhsal hem fiziksel şiddete maruz kalıyor. Hatta yeri geliyor kadın, erkek egemen toplumda, erkek egemen toplumun kurallarını kanun benimsemiş hemcinsleri tarafından şiddet görüyor, yargılanıyor, aşağılanıyor.
Bugün 8 Mart!
Bugün yılın 68. Günü! Gazete haber kayıtlarına göre -sadece Türkiye'de- bu 68 günde, 71 kadın öldürüldü. Öldürülen kadınların 54'ü kocası, eski kocası, dini nikahlı(?) kocası, sevgilisi, eski sevgilisi, babası, gelinini korumaya çalışırken oğlu, kızını korumaya çalışırken damadı ya da reddettiği bir erkek tarafından öldürüldü.
Bugün 8 Mart!
Sözcüklerim; gülmeden, mutlu olmadan, okşanmadan, sevilmeden -tıpkı kadınlar gibi- önce yoruldu sonra öldü.
Kendi rızasıyla, kendi zevkine göre giyinmiş olan kimsenin kıyafetini muaheze etmem. Belki kış ortasında şortu, yaz ortasında kabanı ya da ne bileyim patikada yüksek ökçeyi yadırgarım, lakin bilirim ki; yadırgamak, yargılamaktan farklıdır ve yargılamak benim görevim değildir. Aynı şekilde kimsenin giydiği kıyafetin fiyatı da beni ilgilendirmez, kendi imkanlarıyla, başkasının hakkını gasp etmeden alınmışsa. Kıyafetin nereden alındığı, butikten mi pazardan mı, eski mi yeni mi olduğu da beni ilgilendirmez, aklımdan bazı bazı bir "gönül ister ki herkes" geçse de..
Ancak kış ortasında montsuz bir çocuk görürsem, çorapsız minik ayaklar ya da sıcak tutmayacak pabuçlar, işte o zaman geçerliliğini kaybeder, kimsenin ne giydiği beni ilgilendirmez düsturum..
Biraz da bu yüzden kimin ne giydiğine karışan, eleştiren insanlara kızıyorum; görmesi gerekeni görmezden gelip kendisini ilgilendirmeyecekleri görüp başkasının gözüne sokma çabalarına..
Neyse..
Öyle işte..
Naja Lyberth, 60 yaşındayken yani 2022 yılında travma tedavisi almaya başladı. Kendisi de psikolog olan Lyberth, tedavi aldığını ve gerekçesini Haziran 2022'de yayınladığı bir podcast ile duyurdu. Aslında Lyberth 2017 yılında Facebook üzerinden bu konu hakkında yazmaya başlamıştı, ancak bu yazılar podcast kadar etkili olmadı. Çünkü podcast, Grönland yayın kuruluşu KNR'nin de dikkatini çekti ve podcastı radyoda yayınladı. Bu sayede Naja Lyberth'in sesi birçok dinleyiciye ulaştı ve 2023'ün Ekim ayında Lyberth ile birlikte 67 kadın Danimarka hükümetine tazminat davası açtı.
Davanın konusu ise tarihe geçmeyi gerektirecek boyutta.
1990 yılı sonuna kadar Grönland sağlık sistemi Danimarka'ya bağlıydı ve 1966 ile 1975 yılları arasında, yaşları 13 ile 30 arasında değişen 4500 Inuit kadına, rızaları alınmadan, gebeliği önlemek adına RİA (rahim içi araç) ya da daha bilinen adıyla spiral takıldı. Kadınların çoğu kendilerine spiral takıldığını 1991 yılından sonra öğrendi. Kadınların çoğunun çocuğu olmadı. Lyberth bu kadınlardan biriydi ve kendisine spiral takıldığında henüz 13 yaşındaydı.
Yıllarca çocuk sahibi olmak istediği halde olamadığı için ruhsal sarsıntılar yaşayan Lyberth ancak elli yaşından sonra bu konu hakkında konuşma cesareti bulabildi. Lyberth'in sesine başka kadınların sesi de eklenince Danimarka İnsan Hakları Estitüsü konuyla yakından ilgilenmeye başladı ve Danimarka hükümetine dava açıldı. Ekim 2023'de açılan davada kişi başına 300.000 Danimarka kronu tazminat talep edildi.
Ekim 2023'de 67 kadın ile başlayan davanın avukatı Mads Pramming, pazartesi günü (04.03.24), Danimarka Başsavcısı ile yaptığı görüşmenin ardındaki açıklamasında; davacı kadın sayısının artık 143 olduğunu ve ellerinde yeterli delil de bulunduğu için davanın bir an evvel sonuçlanmasının ve tazminatın ödenmesi gerektiğini, bunun için son görüşmelerin yapıldığını belirtti. Konu ile ilgili, Pramming'in açıklaması ardından;
Danimarka Sağlık Bakanı Sophie Løhde "iddia beyanları alındı ve okunmaya başlandı", Kopenhag'daki İnsan Hakları Enstitüsü'nün hukuk departmanı başkanı Marya Akthar "kadınlara tazminat ödense de ödenmese de; bu dava, Danimarka tarihindeki en büyük insan hakları ihlali davası olarak yerini alacak", Naja Lyberth ise "en büyüğümüzün yaşı seksenin üzerinde ve davayı kazandığımızı görmesini istiyoruz. Bu davada kız kardeşlerim ve ben, yaralı ruhlarımızı bir araya getirdik. Bu işte birlikteyiz ve bu bizim için çok büyük bir iyileşme süreci" dedi.
Ayrıca 2019 yılında Danimarka Parlamentosuna seçilen ikinci Grönlandli, ilk Inuit kadın siyasetçi Aki-Matilda Tilia Ditte Høegh-Dam, geçen yıl, Inuit halklarının bu yaşananların soykırım olarak tanınmasını istediğini ve davanın ardından bunu Parlamentoda tekrar gündeme getireceğini açıklamıştı. Danimarka'da birçok siyasetçi de Aki-Matilda Høegh-Dam ile aynı görüşü paylaşıyor.
Birazdan çıkacağız yola ve ben dönerken kendi yaşam alanıma, yaşanmayan bir hayatın insanlarını geride bırakacağımı biliyorum, tüm çaresizlikleri, tüm ümitsizlikleriyle.
Daha dün bir arkadaş bana, niye Allah'a/Tanrı'ya inanmadığımı sordu, ona, inançlı bir çevrede doğmadım, herhalde onun için, dedim. Aslında inançlı biri olsaydım da; bu hayatta gördüklerimle çoktan kaybetmiş olurdum.
Oysa ne çok isterdim, insanın insana saygı duymasını. Sadece insana değil tabii, tüm canlılarıyla, tüm varlığıyla doğanın bütününe, bütünlüğüne. Ne çok isterdim; insanın insanca yaşamasını. Sevgiyle, saygıyla, barış içinde ve aydınlık..