30 Ocak 2024 Salı

Eray Sevindirici: “Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş yurt dışındayken Yargıtay’ın Hatay Milletvekilimiz Can Atalay hakkında verdiği hukuk dışı karar AKP Meclis Başkanvekili Bekir Bozdağ tarafından Meclis kürsüsünden okutulmuş ve Türkiye Büyük Millet Meclisi bugün Hatay halkının iradesini yok sayan bir karara imza atarak Can Atalay’ın milletvekilliğini düşürmüştür. Gezi’nin en güzel çocuklarından biri olan Can Atalay, 14 Mayıs Genel Seçimleri’nde partimiz tarafından milletvekili adayı gösterilmiş ve Can'ın milletvekili olabileceği Yüksek Seçim Kurulu tarafından kabul edilmiştir. Hatay halkı, iradesini ortaya koyarak Can Atalay’ı milletvekili seçmiş ve Can’a milletvekili mazbatası verilmiştir. Meclis’te milletvekillerinin yemin etmek için kürsüye çağırıldığı esnada Can Atalay’ın adı ‘Hatay milletvekili’ olarak okunmuş ve Can Atalay partimiz tarafından Meclis Başkanlığı için aday gösterilmiştir. Can Atalay’ın Meclis Başkanlığına adaylığı kabul edilmiş, ayrıca Meclis’teki tüm siyasi partilerin oy birliği ile Can Atalay, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi olmuştur. Dolayısıyla, ortada Can Atalay’ın milletvekili sıfatı kazandığına dair hiçbir şüphe yoktur. Tüm bunlara rağmen Can Atalay’ın tahliye edilmemesine ilişkin Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun sonucunda Anayasa Mahkemesi, Can Atalay’ın derhal tahliye edilmesine karar vermiştir. Karar, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmiş olsa da mahkeme kararın gereğini yerine getirmeyerek dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesine göndermiştir. Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise Anayasa’yı tanımamaya devam ederek AYM kararını hiçe sayan, hukuken bir karar olarak dahi adlandırılamayacak bir metne imza atmıştır. Bu hukuksuzluk üstüne AYM’ye bir başvuru daha yapılmış ve bu kez AYM, dosyanın görevli ve yetkili mahkeme olan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine ve Can Atalay’ın derhal tahliye edilmesine oy birliğiyle karar vermiştir. Bu süreç yine aynı şekilde sürmüş ve milletvekilimizin hukuksuz tutukluluğu devam etmiştir. Bugün, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yargıtay eliyle gerçekleştirilen bu Darbe girişiminin bir ortağı haline gelmiştir. AYM kararlarının bağlayıcı olduğu ve tüm yargı kurumlarını bağladığı yönündeki Anayasa hükmü önce Yargıtay tarafından, ardından da TBMM tarafından fiilen yürürlükten kaldırılmıştır. Türkiye’de artık bir anayasanın bulunmadığı, anayasal güvencelerin ortadan kaldırıldığı, TBMM tarafından tescillenmiştir. Sanılmasın ki yılacağız, sanılmasın ki pes edeceğiz, ‘öyle olsun’ diyeceğiz. Biz bugün, bir kez daha yeniden başlıyoruz. Buradan bu hukuksuz kararın alınmasında en ufak bir payı olanlara, kararın altına imza atanlara sesleniyoruz: Bu ülkenin tarihinin en aydınlık sayfalarından biri olan Gezi Direnişi’ni kirletebileceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Ölümü reva gördüğünüz, ölüme mahkum ettiğiniz Hatay halkının iradesini hiçe saymanın hesabını mutlaka vereceksiniz. Halkımıza da buradan bir çağrı yapıyoruz: Biz, Saray’dan büyüğüz, biz iktidarlardan, patronlardan büyüğüz. Bu yüzden şimdi bir kez daha yan yana gelmek, yeniden mücadele etmek zorundayız. Can Atalay er ya da geç esir tutulduğu o dört duvar arasından çıkacak. Hatay halkı vekiline kavuşacak.”

 Eylemsizlik beni çıldırtıyor!

Hani ilk kayyum atandığında, benim şehrim, benim adayım, benim partim değil, diyen herkes sustu ya, işte, bugüne o günün suskun adımlarıyla gelindi. 

şu an içimden ve aklımdan geçenleri yazmıyorsam bunun tek bir sebebi var: uzaktan akıl veriyor(muş gibi) olmanın ağırlığından kaynaklı; hakkım yok hissi!..


hala çıkmadınız mı meydanlara, hala evde mi oturuyorsunuz, bu karar karşısında tweet atmaktan başka bir şey yapmayacak mısınız?..


diye soramam, hakkım yok. çünkü, ben gönlümün istediği hiçbir eyleme şu an dahil olamam. 

Ve fakat seçme hakkının peşine düşecek halk yok..

Halkın seçme hakkının peşine düşecek muhalefet zaten yok..

Düşün 

sadece vekillik değil..

Düşen halkın seçme hakkı..

Düşen yönetim şekli..

Düşen ................

Oysa ben yine tüm iyimser yanlarımla "eğer doğruysa" demiştim..


"Yargıtay 3. Ceza Dairesinin Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay'ın kesin hüküm giydiğine dair yazısı bilgiye sunuldu. Okunan yazı neticesinde Şerafettin Can Atalay'ın milletvekilliği Anayasa’nın 84’üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca düştü." 
Kararı Bekir Bozdağ okudu.


Demek ki; ...........................






Eğer doğruysa; halkın iradesi, en çok da Hataylıların iradesi yok sayılmış olacak, Anayasa Mahkemesi'nin kararı yok sayılmış olacak.

Eğer doğruysa; sadece Can Atalay'ın vekilliği düşmüş olmayacak, rejim değişikliği de onaylanmış olacak.

29 Ocak 2024 Pazartesi

Sabah sabah kesinliği onaylanmamış olsa da okuduğum ilk haber, ki dünün haberi, nasıl olduysa kaçmış gözümden; 

AKP, AB Parlamento seçimlerine katılmak için Almanya'da AKP'nin kolu niteliğinde bir parti kurmayı planlıyormuş. Parti ismi olarak DAVA (Demokratische Allianz für Vielfalt und Aufbruch - Çeşitlilik ve Uyanış için Demokratik İttifak) düşünülüyormuş. 

Almanya'daki AKP seçmen sayısı düşünüldüğünde partinin en az AfD kadar oy alma ve Parlamentoya girme ihtimali var. 

"Avrupa bizi kıskanıyor" diyenler ne hissedecek acaba bu söylenti (kesinliği onaylanmamış haber) gerçekleşirse?

(Haberin çıkış noktası Bild gazetesi, diğer gazeteler de kaynak olarak Bild gazetesini gösterdiği için "kesinliği onaylanmamış" diye belirtme ihtiyacı duydum. Bild Almanya'nın en çok satan gazetesi olsa da çok güvenilir bir kaynak değildir.)

28 Ocak 2024 Pazar

Dünyada en çok satan bilgisayar\dijital platform oyunları, strateji adı altında şiddet içeren oyunlar. Ve oyuncak silahlar, ister su tabancası olsun, ister sünger kurşunlu tüfekler, diğer tüm oyuncaklardan fazla satılıyor.

Çocuklara, savaşı ve şiddeti oyun olarak empoze eden yetişkinlerin ağzından çıkan "barış" sözcüğünün herhangi bir anlamı hele değeri olduğunu sanmıyorum. 


Oysa aynı yetişkinler, "boykot" adı altında yıllardır zeminine oturmayan eylemler yapıyor, motif ise sözde barış. 

Gerçekten barış temennisiyle bir boykot yapılacaksa; kola dökmekten, portakal bıçaklamaktan, dolar yakmaktansa; şiddet ve savaş temalı oyuncakları çocuklara almamakla başlanmalı.. 


Çocuklarınızı gökkuşağı renklerindeki oyuncaklardan değil, oyuncak silahlardan, savaş oyunlarından koruyun!..

Üşümüşüm. Titreyerek uyandım. Battaniyeyi sardım üstüme. Telefona baktım. 15 derece diyor. Üşümem aslında bu ısıda. Kim bilir neredeydim rüyamda.


Soğuk mu orası, üşüyor musun?

27 Ocak 2024 Cumartesi

Gözlerimi açtığımda yine saat henüz çalmamıştı, karanlıkta boş boş baktım tavana, sabah rutini bir şarkı, herhangi bir şarkı gelmesi gerekiyordu aklıma, hep gelirdi, her şartta, bu sabah aklıma bir şarkı gelmedi, güzel bir fikir, güzel bir anı, güzel bir söz de.. Zihnim baktığım tavan gibi, karanlık ve boş..


...derken... günün ilk cümlesi belirdi...

"siktir et!"

ve hemen cevabı da hazırdı..

"peki!"


Başlasın gün!

Bu sabah da böyle başlasın gün!

"Peki."

25 Ocak 2024 Perşembe

Yıllarca göğe bak, hayal kur, hayallerinin gerçekleşeceği ümidiyle deli gibi sınavlara hazırlar, ÖSYM'de 500+puan al, dört yıl oku, mezun ol, mezun olduğun okulun kampüsünde maaş+bölüşümlü bahşişle kahve satış çalışanı ol, o sırada ülken astronomik maaşla TUA'da çalışacak mühendisi ABD'den getirsin.. 

Belki başka birçok sebepler de vardı lakin sebeplerden biri bu. Çok üzgünüm Okan Bayram. 

* Elbette bu tanımda kahve satan kişinin mesleği küçümsenmemiştir. Her mesleğin ve her mesleği icra edenin değeri vardır. Lakin kahve hazırlamak ve satmak için sanki 500+puanlı bir fakülteden mezun olmak gerekmiyor. 

24 Ocak 2024 Çarşamba

Halk henüz genel seçimlerin ruhsal yorgunluğunu üstünden atamamışken yerel seçimlerin stresi başladı. Hele de partilerin arasındaki anlaşmazlıklar -sadece farklı partilerin  arasındaki değil, kendi içlerindeki anlaşmazlıklar da dahil- öyle bir boyut aldı ki artık, yaşanan süreci; "psikolojik şiddet" diye tanımlamak mümkün.

23 Ocak 2024 Salı

bir 

bile 

çokken 

hiçten

nasıl 

olur 

da

iki 

(miz)

(koşulsuz) 

hiç

olabiliyor

22 Ocak 2024 Pazartesi

Iki hafta sonra on binlerce insanın öldüğü, yüz binlerce insanın yaralandığı, binlerce insanın kayıp olduğu, milyonlarca insanın evsiz kaldığı depremlerin yıl dönümü anmaları yapılacak. Alışılmış bir öğrenmişlikle. Hatta aynı alışılmışlıkla Marmara depremleri de anılır, çeyrek asrın tanıdık ses tonunda "unutma, unutturma" sloganıyla, çoktan unutulmuş olsa da. Hatta bu büyük depremlerin arasındaki tüm depremler, Van'da, Bingöl'de, Ağrı'da, Elazığ'da, Hakkari'de olan depremler alışılmış bir unutmuşlukla anılmayacak bile.

Dürüst olalım; ne zaman ki tüm ülkenin her noktasındaki acı, ülkenin her noktasındaki tüm insanları tarafından hissedilir, ancak o zaman bir ülke insanlarının ortak sevinçleri, ortak bayramları, ortak umutları, ortak gelecekleri olabilir. 

Dürüst olalım; bugünkü karanlık sadece sandık meselesi değil. Bugünkü karanlıkta ülkenin tamamını, tüm halklarını görmeyen, görmek istemeyen aydınların da gölgesi vardır.

Dürüst olalım; günü kurtarmak için kendi dört duvarımızda dönmeye devam ettikçe o duvarlar bir gün hepimizin üstüne yıkılacak ya da duvarları yıkılacak bir ülke dahi kalmayacak.

Dürüst olalım; otu boku boykot ederken asıl tepki koyulması gerekenlere tepki koymuyorsak, bu yüzyılda hala ölüyorsa çocuklarımız yıkılan binalarda, ölüyorsa çocuklarımız zırhlı araçlar altında, ölüyorsa çocuklarımız ambulans yokluğunda, ölüyorsa çocuklarımız sapıkların elinde, ölüyorsa çocuklarımız açlıktan, ölüyorsa çocuklarımız, yaşam ölüyor, gelecek ölüyor. 

Dürüst olalım; ölüyorsa çocuklarımız niye yaşıyoruz ve niye anıyoruz değiştirmek için hiçbir şey yapmadığımız acı hatıraları?

Unutma! Unutturma! demek için mi?

Biz elimizdeki cihazlarla "unutma" ve "unutturma" yazarken, yaşananları gerçekten de unutamayacak olanlara ne faydamız var. Bu iki sözcük mü acıları taptaze olsa da hala çadırlarda, soğuk, susuz yaşam mücadelesi veren insanların yaşamlarını düzeltecek. Bu sözcükler mi ölenlerin hesabını soracak. Bu sözcükler mi evlatlarının ölüp ölmediğini bile bilmeyen çaresizlik, ümitsizlik içinde arayan ailelerin çocuklarını bulacak. Bu sözcükler mi?

Bu sözcükleri yönetimdekiler de kendine muhalefet diyenler de kuracak. Lakin ölen bizim çocuklarımız, onların değil. Kayıp olanlar bizim çocuklarımız, onların değil. En kötü şartlarda yaşam mücadelesi verenler bizim insanlarımız, onların değil. Onların değil, çünkü olsaydı, izin vermezlerdi bu yaşananlara. 

Evet, dürüst olalım; gerçekten bizimse bu çocuklar ve ölüyorsa çocuklarımız, yaşam ölüyor, gelecek ölüyor. 


Bu bir çağrıdır; hadi hep beraber dürüst olalım, bu kez çıkıp konfor alanlarımızdan, çekip parmaklarımızı tuşlardan, kaldırıp yumruklarımızı değiştirelim tarihi; umudu, yarınları, sokak sokak, kent kent geri alalım çocuklarımızın yaşam haklarını, geri alalım ne varsa geleceğe dair.






20 Ocak 2024 Cumartesi

Saat iki buçuk. Sabah beşten beri ayaktayım. Çok uykum var. Ve fakat uyuyamıyorum. Kamp 3'te yine yoğun bir hareketlilik var. Polisler, itfaiyeler. Görünürde yangın yok. Lakin bize sağlıkevini terk etmememiz söylendi. Sekiz buçuk saattir herhangi bir açıklama olmaksızın burada bekliyoruz. Üç buçuk saat sonra ise mesaimiz başlayacak..

Hof..

Pof..

Ve dahi 

Hımf..

19 Ocak 2024 Cuma

Güvercinler havalanıyor bugün. Barış için, adalet için, kardeşlik için, Hrant için. 

Bugün "ilk" uzay yolculuğu da kutlanıyor bir yerlerde. 



Çoğunluk 2022 Ekim'inde gösterime giren "Bandırma Füze Kulübü" filmini izlemiştir. Filmin gösterime girmesi ardından Hrant'ın gazetesinde, Sevan Ataoğlu'nun kaleminden bir makale yayınlandı. Makalenin yayınlandığı tarihte -fiziken, sadece fiziken- Hrant yoktu. Tam da bugün içimden geldi ki yeniden okunsun o makale; https://www.agos.com.tr/tr/yazi/27775/bandirma-fuze-kulubu-ya-da-roketci-kirkoru-inkr-etmek


Saate baktım 15:00. Yüreğim bi sıkıştı. Sonra saat farkı geldi aklıma. Oh, dedim. Hrant hala yaşıyor. Sonra dedim ki saat kaç olursa olsun biz yani kardeşleri var oldukça o da yaşayacak.


Aslında; bizi geçmişte de dövüyorlardı, geçmişte de öldürüyorlardı ambiyansıyla mağdur edebiyatı yapmış konuşmasında yani biz cinayet işledik, öldürdük, katlettik bunu da mertçe yaptık dememiş dikkatle dinlenirse. 

Ve fakat demiş olsa ki "mertçe cinayet işledik" zamanında faşiste faşist diyemeyen ve hatta mommy diye alkış tutanların şu an eleştirmeye hakkı olduğunu pek sanmıyorum..

Ama babasız kalmış çocuklar yine siyasetin en kirli en karanlık yanında dil pelesengi oluyor, bu üzüyor beni..

Ve zaman, babasız büyümüş çocuklarla geçip tarih olmuş bir ülkede, eli bizzat kanlı bir faşistin sözleri söyle anlaşılmış böyle anlaşılmış aslında şunu demiş açıklaması yapmam ayrı saçma. Hem de 19 Ocak'ta. Yuh olsun bana! 

Şu ana değin Gaye Erkan haberlerine yasak getirilmemişse Erkan ile ilgili var bir planları. Ya gözden çıkardılar, gönderecekler ya bir şeyler üstüne yıkılacak ya da başka bir amaç için kullanacaklar. Gaye Erkan şu an piyon durumunda. 

Bekleyelim ve görelim..

17 Ocak 2024 Çarşamba

Doğma çocuk, öleceksin!

Hayır, 

sadece bisiklet sürdüğün için değil,

orada olmaması gereken 

bir zırhlı araç 

çarptığı için hiç değil,

Doğduğun için çocuk!

Doğduğun için yanlış bir coğrafyada,

doğduğun için öleceksin!

Doğma çocuk!

Ölme,

demenin faydası yok!

Çünkü ölsen de 

ölmesem de 

sen hep

kusurlu bulunacaksın!

Doğma çocuk!

Doğma!







16 Ocak 2024 Salı

Olumsuzluk eki bir eylemi otomatikman ana eylemin karşıtı haline, zıt anlamlısı durumuna ya da kullanışlı pozisyona getirmez. Örneğin okumak-okumamak; okumak eylemdir ancak okuma eylemi gerçekleşmezken başka bir eylem gerçekleştirilebilir, bu durumda okumamak bir eylem değildir, okumamak zaten başlı başına bir eylemsizliktir fakat konumuz bu değil. Hem kimse durup dururken, 'şu kitabı okumuyorum' demez, hem niye desin ki. Asıl mesele eylemin olumlusunu dillendirmek değil midir? Ama yine de durup dururken bir şeyi sevmediğini söylüyor insan. Belki de sevmediğini söylediği zaman, ifadenin içine sevgi girdi diye olumsuzluk içeren sözün karşısındakinin zihnine daha yumuşak bir iniş yapacağını sanıyor, bilemiyorum. Tıpkı bu fikirlerin şu an zihnime niye üşüştüğünü bilemediğim gibi.

Lakin başladı mı bu düşünceler; durdur durdurabilirsen, ben durduramıyorum. Mesela "hava sıcak değil" dendiğinde 'hava soğuk' olarak algılanıyor ama "hava soğuk değil" dendiğinde birden soğukla sıcak arasındaki ılık hatırlanıyor. Soğuk değilse ılık ya da sıcaktır ama sıcak değilse soğuktur ki bu yaz değilse kıştır anlamına gelebilir ve baharlar feda edilir, yokmuş gibi davranılır, harcanır, öldürülür, yazık edilir baharlara. Oysa ne güzel söyler Sezen "ben her bahar aşık olurum" diye. Yazık değil mi Sezen'e, yazık değil mi her bahar aşık olanlara, aşık olmak isteyenlere. Ben olamam, mesafe koydum aşkla arama uzun zaman önce ama bu demek değil ki aşka aşık değilim. Tam tersine, güzel şey aşk, bulabilene ve de yaşayabilene. İşte bir olumsuzluk ya da zıt anlam karmaşası daha; aşık değilim, diyen o an bir aşk yaşamadığını ifade ederken hayatında kimse yok sanırız, oysa aşksız ne çok beraberlikler var. Ve de ne çok beraber olamayışlar aşk var olduğu halde. Neyse, derin mevzu bu aşk meselesi, ki bir de a'nın şapkası durumu var, siz aşık oldum sanırsınız dil bilgisi kuralları sizi talus yapıverir ve fakat bu maşuk ya da maşukanın sizi tavuş kuşuna... 

Aman, saçmalıyorum iyice. Hep derim ya; aşk, hayat, ölüm, yaşamak, ölmek bunlar kelime anlamına denk olmaz her zaman gerçek hayatta. Mesela "hayattayım" her zaman "yaşıyorum" anlamında değildir ve "ölmedim" bazen "ölmekten beter oldum" anlamında bile olabilir. "Ölmekten beter olmak nedir?" derseniz, bilmiyorum, lakin kimileri için bunun 'halen hayatta olmak' anlamına geldiğini çok işitmişliğim var. Dünyada ölmemiş olmayı, çoktan toprağa karışmış olmaktan daha ızdıraplı bulan insan çok. Kimbilir, belki yanınızdan geçti az önce böyle biri, siz fark etmediniz, duyarsız olduğunuzdan değil, fark etmeniz gerekenin ne olduğunu bilmediğinizden. İnsan yaşamadığı, bilmediği ya da en az bir kez tecrübe etmediği, bir kez karşılaşmadığı, tanışmadığı duyguları fark etmez ilk görüşte. Bazen ikinci, üçüncü görüşte de hatta bazen hiç fark edemez.

Yaşadığımız yıllarda moda oldu 'empati' kelimesi. Herkesin dilinde bir "empati kur". Ama bu öyle zembereğini oynatınca kurulabilecek bir şey değil, öncelikle bunun anlaşılması gerek belki de. Öte yandan her "empati kur" diyenin aslında ne demek istediğini bildiğine de emin değilim, sanki çoğu zaman "anlayış göster" demek istiyor bu moda tabiri kullananlar. Oysa empati duygudaşlıktır ve adı aynı kalan her duygunun her insanda zuhuru da yoğunluğu da algısı da yaşayışı da farklıdır. Misal duyguların en çirkinlerinden biri olan nefreti ele alalım. "Yumurtadan nefret ediyorum" diyen iki kişi olsun. Birincisi "yumurtadan nefret ediyorum" derken nefreti sevmemekten hallice bir yere konumlamıştır ve yumurta yememeyi tercih edişini nefret olarak nitelendirir. Bu kişiyi ya dile hakim olmayan ya da gerçekten nahif hatta biraz naif bir insan olarak tanımlayabiliriz ama şu an bu kişinin dil bilgisini ya da karakterini analiz etmediğimiz için ikinci kişinin "yumurtadan nefret ediyorum" derken nefreti nereye konumlandırdığına bakalım uç bir örnekle. İkinci kişi "yumurtadan nefret ediyorum" derken aslında elinde olsa yumurtanın varlığını yok etmek için dünya üstündeki tüm tavukları telef etme arzusunda. Şimdi ben bir yumurta sever olarak bu iki uç örnekteki kişilerin duygularıyla aynı adla ifade etmiş olsalar da nasıl duygudaşlık yaşayabilirim. En fazla birincisine saygı duyar, anlayış gösterebilirim, ikincisinde o da mümkün değil. Kendi kişisel zevkleri, ihtiyaçları, arzuları uğruna yok eden birine, birilerine saygı duyamam. 

Üstelik en başa dönersem, ki bu bizzat kısır döngünün ta kendisi olmaya aday bir durum, başka yaşamları, kendi fikirleriyle uyuşmuyor diye yok saymak, yok etmeyi arzulamak saygısızlıktır ve fakat bu zihniyetteki bireylere saygı duymak mümkün olmayacağı için onlara saygı duymamak saygısızlık değildir. 

Buradan konuyu siyasete bağlamayı nasıl becerdin diyebilirsiniz! Demeyin. Neden? Çünkü apolitik yetişmedim, çünkü aldığımız her nefesin, söylediğimiz her sözün politik bir karşılığı, duruşu olduğuna inanıyorum ve çünkü dünyanın her yerinde insana, insan onuruna saygı duymayan siyasetçilerin var olduğunu biliyorum, doğayı ve dahi doğanın bir parçası olan insanları katletmekten hiç çekinmeyen siyasetçiler. Üstelik bunların bazıları kendilerine saygı duymayanlara "saygısız" deme hakkını kendinde duyacak kadar da saygısız. Tek fark onlar sizi dava edebilir. Gerçi siz de edebilirsiniz, kaybetme garantisiyle. Kaybettiğiniz bazen para olur bazen özgürlük bazen de bizzat canınız. Ve bir bakmışsınız dünyada artık yumurta yok. Yumurtlayan tavukların çoğu ölmüş, diğerleri de öldürülecek korkusuyla sinmiş ve vazgeçmiş yumurtlamaktan, kendi neslini yok oluşunu izliyor önündeki darıyı gagalarken. 

Ne farkımız kaldı ki biz insanların o tavuklardan!? Darı gagalar gibi telefon tuşlarına basıyoruz eylemsizliğimizi örtbas edip eylem sergilerken. 

Biliyorum bu satırları okuyanlar arasından en az bir kişi "ama senin tuzun kuru" ya da "uzaktan davulun sesi" deyişlerini yuvarlayacak dilinin ucuna. Canları sağ olsun, ne diyeyim. Buna da alışıyor insan. Zaten insan alışan bir mahluk. Bilim zaman zaman bu duruma da evrim diyor.

Hem sosyal medyaya o kadar da haksızlık etmemeliyim, eylemsiz eylem diyerek. Her zaman değilse de sosyal medyada aranan adaletin karşılık bulduğu durumlar var. Mesela birkaç yüz bin tweetle Hatay'a su ulaştığına gözlerimle şahit oldum. Gelen sular haftası dolmadan bitmiş olsa da anı kurtardı. Zaten artık hepimiz bir şekilde anı kurtarmak için yaşamıyor muyuz?

Anı kurtarmak.. Oysa anı kurtarmak yarını da kurtarmaya yetmiyor, yine de ve neyse ki kurtarmamaya denk değil.

Ve ben şimdi uyumalıyım. Sabah uyanıp unutulmuş insanların arasına karışmak için, geleceğe dair hiçbir fikri olmayan, dünyanın en büyük açık hava hapishanesine terk edilmiş yaşamların arasına.. Kafamda istediği kadar "peki bu yaşamak mıdır?" soruları dolansın. Onlar için de benim için de dünyanın birçok yerinde olduğu gibi hayat tüm durağanlığınla devam ediyor ve biz devam eden her şeyi hareket halinde sanıyoruz, sanacağız.

Oysa, başta demiştim ya; olumsuzluk eki bir eylemi otomatikman ana eylemin karşıtı haline, zıt anlamlısı durumuna ya da kullanışlı pozisyona getirmez, diye. Çünkü bazen anlam kaymasından da beter çok beter bir duruma getirir. 

İyi geceler..

Kutupalong, 17 Ocak 2024, 00:10



15 Ocak 2024 Pazartesi

"konuşacak halim yok.

içim dolu

          ağız ağıza.

dökülecek çok

          ama pek çok derdim var,

          canım istemiyor henüz.

bir gün

          çok güneşli bir gün sayfalar dolusu yazarım."


Nazım Hikmet, Yatar Bursa Kalesinde, Ayşe'nin Mektupları, 19. Mektubundan 

"Özledim" dedim sadece. Başına sıfat ya da zarf getirmeden. Özlemek vahittir elbette lakin herkesin birimi farklıdır. Ve sayıyla ifade edilemez özlem. Sayılan gündür, geçen zamandır, özlemi saymak mümkün değildir. 

Neyse..

Öyle işte..

Azı, çoğu yok, ne kadar özlenebiliyorsa o kadar.. 

O yüzden "özledim" dedim.. Sadece "özledim" ne eksik ne fazla..

14 Ocak 2024 Pazar

Yazmak... 

Yazmak da bir şekilde kişinin kendi kendine konuşması ve kendini dinlemesi değil midir? 


Bugün geç gideceğim polikliniğe yine de saatim çalmadan uyandım. Yatağımda oturmuş karşımdaki boş, boş olduğu için buradaki yalnızlığı yansıtan ahşap duvara bakıyorum. Uyandığımdan beri aklımda Can Bonomo'nun Güneş şarkısı. Güneş doğmadı henüz. Duvara başucumdaki lambanın ışığı yansıyor. Hem yazıyorum hem duvara bakıyorum. Şu an bir duvara bakamayan nice insan için bakıyorum belki de. Bizi çevreleyen duvarlar, o duvarları birleştiren çatı altında olduğumuzda çoğu zaman şu dünyadaki birçok insandan daha şanslı olduğumuzu bilmiyoruz aslında. Sadece burada değil. Dünyanın her yerinde hatta ülkemde ne çok insan var kendini güvende hissedeceği duvarları ve çatısı olmayan. 


Yersiz ve de yurtsuz. 



Buraya geldiğimizde yine bir felaket ve yine o felaketin telaşı karşıladı bizi. Yurtsuz bırakılmış, nüfusları bir buçuk milyona yaklaşan insanlardan neredeyse yedi bini yine yersiz kalmıştı çıkan yangınla. 



Can kaybının olmadığı ama binden fazla barınağın tamamen yandığı yüze yakınının ise çok fazla zarar gördüğü ve bu sebeple yarısından fazlasının çocuk olduğu yedi bine yakın insanın sığınaksız kaldığı yangın.. Bu yangında beş eğitim merkezi, üç temizlik alanı, bir sağlık merkezi ve iki ibadethane de kullanılmaz hale geldi. 

Aslında yazması kolay olan sayılar iki korkunç gerçeği gözler önüne seriyor. Birincisi elbette insanların çadır da olsa baraka da olsa sığınacakları, barınak sayacakları yerlerin yok oluşu, ikincisi ise o kadar insana düşen barınak sayısı, eğitim merkezi sayısı, temizlik alanı sayısı ve sağlık merkezi sayısının ne kadar az olduğu. 



Yangınla ilgili iki farklı görüş var. Yerel itfaiye başkanına (Şefikul İslam) göre yangın tıpkı geçen yıl Mart ayında olduğu gibi kundaklama sonucu çıkmış. Kamp komiseri Muhammed Mizanur Rahman ise yangının rüzgar etkisiyle toprak ocaktan sıçrayan alevlerle çıktığını iddia ediyor. Günlerdir araştırmalarını sürdüren komisyon ise henüz iki iddiayı da doğrulayan ya da yalanlayan bir açıklama yapmadı. Ukhiya itfaiyesi yangına anında müdahele ettiklerini yetersiz kalınca çevre itfaiyelerden yardım istediklerini ve yangının hava şartları göz önüne alınınca kısa sayılabilecek bir sürede yani iki saatte kontrol altına aldıklarını tamamen söndürülmesinin ise altı saat sürdüğünü açıkladı. Aynı zamanda yaşanan yangının büyük bir felaket olduğunu ve rüzgarın şiddeti de düşünülünce bu kadar hızlı davranılmasa felaketin çok daha büyük olacağı belki de kamp 3 içindeki eğitim ve sağlık alanlarının zarar görebileceğini de belirtti. 


Bizim Kutupalong'a vardığımız saatlerde, kundaklama ihtimaline karşı sorgu amaçlı gençler tutuklanmış. Bir hafta geçtiği halde gençler henüz kampa dönmedi. Mülteci hukuk bürosu yangının sebebi kesinlik kazanmamışken gençlerin tutulmasının yanlış olduğuna dair kısa bir açıklama yaptı sadece. Mülteci komiseri M. Rahman, yangının gençler tarafından çıkarılmadığı açığa çıkana kadar kampa dönmemelerinin kendi güvenlikleri açısından daha doğru olacağını açıkladı. Rahman, barakalarını kaybedenlerin haklı olarak çok öfkeli olduklarını ve gençler masumsa dahi söylentiler yüzünden gençlere zarar vereceklerini düşündüğünü, bunun da yeni sorunlara yol açacağını da belirtti. 


Peki ya Mülteci komiseri, güvenliği sağlayamadığı düşünülüp görevinden olmamak için yangının toprak ocaktan çıktığını iddia ediyor ve yangını gerçekten gençler çıkardıysa -yaşanan felaketin boyutuna rağmen- o gençleri kayıtsız şartsız suçlamak, yargılamak doğru mu? 


Başka bir açıdan bakma ihtiyacındayım şu an. 


Yaşları on yedi ile on dokuz arasında değişen bu gençler çocukluklarını, ergenlik dönemlerini bu kampta geçirdi. Kaçmak zorunda oldukları ülkelerinde şiddete maruz kaldılar, kimi göç esnasında ailelerini kaybetti, burada kısıtlı eğitim imkanları var, en başarılı olanlarının dahi üniversite eğitimi almalarına izin verilmiyor, üstelik bu gençler en az üç lisana hakimler, kampın dışındaki insanlarla iletişime geçmelerine de izin verilmiyor, zaten ihtiyaçları yok diye ayda ellerine sadece 8 dolar tutuşturuluyor, onu da ailelerine veriyorlar çoğunlukla aileleri ihtiyaçlarını karşılasın diye. Bu gençler öldürülme ihtimalleri olsa da ülkelerine dönmek istiyor, Avrupa'ya kabul edileceklerinden ümitlerini tamamen kesmişler ama  madem ülkelerine dönmelerine izin verilmiyor, hiç olmazsa Bangladeş'te özgür olmak ya da Endonezya'ya gitmek istiyorlar. Tutuklu gibi, esir gibi değil de insan gibi yaşamak istiyorlar. Başbakan Şeyh Hasina Vecid, "mülteciler Myanmar'a gönderilmeyecek" açıklaması yaptığında bunun sebebinin kendilerinin hayatta kalması için değil, yardım paralarının kesilmemesi için olduğunu düşünüyorlar. Haksız da olmayabilirler. Sözün kısası, kampın her yerinde giderek büyüyen bir öfke var. 


Ve tüm bunları düşünce, gençler, dünyanın başka yerlerinde özgür olduklarının dahi farkında olmayan gençlerin varlıklarından haberdarken fakat dünya onlardan haberdar değilken seslerini duyurmak için suça yöneliyorlar. Yaptıklarını onaylamak değilse de birkaç dakikalık google araştırmasının da göstereceği gerçek şu; Kutupalong'da çıkan yangınlar hariç Rohingyalar dünya basınında yer almıyor, ki yangınlara dahi kısacık başlıklarla küçücük yer veriliyor o da ana haber bültenlerinde falan değil, internet gazetelerinde.. 


Kulağımda hala Can Bonomo. Sözleri tam dinlemiyorum. Arada bir iki kelime kapıyor zihnim şarkıdan. Gün doğdu, ışığı söndürdüm ama hala başımı kaldırıp kaldırıp duvara bakıyorum. 

Bakacak duvarı olmayanların yerine de bakıyorum demiştim yazının başında. Gereksiz bir romantizm olmuş. Duvara bakıp dünyadaki adaletsizliğe küfrediyorum.


*Tüm görseller Shafiqur Rahman'ın kamerasından.


10 Ocak 2024 Çarşamba

 .

dünya dönüyor

bunca acının yüküyle

bilmiyorum 

bunu nasıl başarıyor

.

ve neden?

.

7 Ocak 2024 Pazar

 .

Siz hiç "evladımın ölüsünü bulsam razıyım" diyen bir annenin, bir babanın, bir kardeşin sesini duydunuz mu? Acısını hissettiniz mi diye sormuyorum, asla böyle bir acıyı hissedecek, anlayacak kayıplar yaşamayın. Sadece "evladımın ölüsünü bulsam razıyım" diyen bir sesi duydunuz mu?


Duymadıysanız;

Cumartesi Annelerini bilmiyorsunuz

Gülistan Doku adını hiç duymadınız

Depremlerin ardında kayıp olan çocuklardan haberiniz yok

Duymadıysanız 

Türkiye hakkında hiçbir bilginiz yok!

Ya Türkiye'de yaşamıyorsunuz

ya da yaşamıyorsunuz!


6 Ocak 2024 Cumartesi

 .

Türk Dil Kurumu, "toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilim" diye tanımlıyor "tarih" sözcüğünü.


"Geçmişi değiştirimezsin!"
Çoğu insan, tarihi, bu cümle üzerinden ifade eder. Geçmişe dönme imkanı olmadığı için bir anlamda doğrudur da. Peki dün, bugüne ve yarına, her zaman doğru mu aktarılır?


"O günün şartları öyle gerektirdi!"
Çoğu insan tarihin karanlık yüzünü bu cümle üzerinden ifade eder. Çünkü nasıl ki tarihi olaylar bakış açısını, düşünceyi değiştiriyorsa; bakış açısı ve düşünce de tarihi olayları değiştirebilir.


Bu varsayımdan yola çıkarak, yazılı tarih her zaman doğru değildir, demek de mümkündür.


Bugünden örnekle, "gelecekte tarih kitapları şu an Filistin'de yaşananları nasıl yazacak?" sorusunun cevabı farklı olacaktır. Çünkü benim ve dahi vicdanı olan hiçbir insanın kabul edemeyeceği vahşet, kimileri -ki maalesef çoğunluk- tarafından "İsrail'in savunma hakkı" olarak görülüyor.


Tarih kitapları gelecekte Netahyahu'yu nasıl yazacak, bunu henüz bilmiyoruz. Lakin ben, kendi kişisel tarihimde, Netanyahu'nun 9 Ekim 2023'de Twitter'da "Biz başladık. İsrail kazanacak." başlığıyla yayınladığı, yerleşim yerlerinin bombalandığı görüntüleri asla unutmayacağım, bu görüntüleri yayınladıktan sonra yayınladığı ve gülerek konuştuğu videoyu da. Ben, bu vahşeti ve sonrasında gelen daha da büyük katliamları asla "savunma hakkı" olarak görmeyeceğim. Tarih kitapları ne yazarsa yazsın!


Ki Almanya'da tarih kitaplarının ne yazacağını hemen hemen biliyorum. Çünkü Almanya'da, Filistin'de yaşananlar hakkında konuşmak, yaşananları yanlış bulduğunu söylemek Antisemit damgası yemeğe yetiyor. Çünkü Almanya kendini Yahudilere karşı borçlu hissediyor. Doğru. Almanya, Yahudilere borçlu. Lakin bu borcun karşılığı Filistin halkı değil, hele o minicik yavrular hiç değil!



Dün akşam kendimi yine, sonu olmayan ve aslında ne söylersem söyleyeyim; dinlenmediğimi bildiğim, sonunda bana kalkıp gitmekten başka bir seçenek sunmayan bir tartışmasının içinde buldum.
Belki seyir halinin sunmadığı 'kalkıp gitme seçeneği' yüzünden bir anda ağzımdan kontrolsüz şekilde şu cümleler döküldü; İkinci Dünya Savaşı'nda Almanya kaybetmeseydi, tarih belki de Hitler'den 'kahraman' diye bahsedecekti, milyonlarca insanın -çünkü Hitler en çok Yahudileri öldürtse de sadece Yahudileri öldürtmedi- öldürülmesine "o zamanın şartları öyle gerektirdi" diye bir mazeret sunulacaktı. Bugün her şey farklı olacaktı. Daha iyi mi olacaktı, asla! Ayrıca insanların hele de çocukların öldüğü, öldürüldüğü hiçbir olayın haklı gerekçesi, mazereti yoktur, olamaz. O yüzden nasıl ki Yahudilere, Romanlara, homoseksüellere, sosyalistlere, komünistlere, aydınlara, farklı düşünenlere yaşatılanlara haksızlık diyorsak, Filistinlilere yaşatılanlara da haksızlık diyebilmeliyiz. Filistinlilere yaşatılanları kabullenmemek, karşısında durmak, Yahudilere, İsrail halklarına karşı olmayı gerektirmez, 7 Ekim'de yaşanan vahşeti onaylamaz. Filistin'de öldürülen masum çocuklara üzülmek, bu yaşananların bir an evvel durmasını talep etmek kimseyi antisemit yapmaz. Belki de tek yapılması gereken yönetimleri, yöneticileri, halklardan ayrı tutmayı öğrenmektir. İnsanı, milliyetinden, dininden bağımsız, sadece insan olarak görmektir. Savaşa, tarafı kim olursa olsun karşı olmaktır. Almanya Anayasasının birinci maddesini ve neden birinci madde olduğunu hatırlamaktır.


Sözlerim duyuldu mu, anlaşıldı mı ya da doğru anlaşıldı mı, hele de Hitler ile ilgili verdiğim uç örnek yadırgandı, yargılandı mı, bilmiyorum. Ağzımdan çıkanları, ben de, başka biri konuşuyormuş gibi dinledim. Ve sözlerim bitince kalkıp tuvalete gittim. Sonrasını bilmiyorum, konuşulmadı, ben dahil kimse konuşmadı.


Oysa, biz bir ekibiz. Dünyanın başka bir yerinde, başka insanların yaptığı zulümden kaçan başka insanlara yardım etmek istiyoruz, onların yaralarını iyileştirmeye çalışıyoruz, onlara "sizi görüyoruz, sizi biliyoruz, sizi anlıyoruz, yalnız değilsiniz" demeye gidiyoruz.


Cümleye "oysa" ile başladım. Cümlenin "çünkü" ile başlamasını isterdim. İçimdeki çelişki, tenakuz, paradoks ya da başka nasıl ifade edilirse bu his; çok yorucu, çok üzücü ve de çok kırıcı.


Bu satırları yazarken hala ruhumdaki yorgunluğu hissediyorum.

5 Ocak 2024 Cuma

 ...

sen gideli 35 yıl oldu babam

...

içimde hala 

-yokluğunu büyütürken-

kendini büyütemeyen bir çocuk var

...