30 Ağustos 2023 Çarşamba

Bugün yeri ve zamanı mı diyenler olacaktır elbet. Desinler. Kimseye neyi deyip neyi diyemeyeceğini söylemeye hakkım yoktan da öte zaten benim kendilerine gösterdiğim saygının yanından dahi geçmeyecek olanlar diyeceklerini sakınmadan dedikleri içindir bu 'desinler'.

Bendeki Ferhan Şensoy sevgisini beni bilen herkes bilir, hem de çocukluğumdan bu yana. Hani şu son çeyrek yüzyılın meşhur lafı var ya "benim kırmızı çizgim"; işte, ben bu cümleyi sanat alanında kullanacak olsam; bir Sezen Aksu, bir Ahmet Telli ve elbette Ferhan Şensoy için kullanırım. 

Hiç mi fikir ayrılığı olmadı, hiç mi kırılmadın, derseniz; uzata uzata "ohooo" derim. Derim demesine ya bir "sana ne"yim de hazırda bekler dilinmin altında, icabında her an çıkmak üzere.

Sevdiğimiz insanlarla her zaman aynı fikirde olamayız. Belki de hayatta gerektiğinde doğru kapıda kullanabilmek için itinayla saklanması icap eden bir anahtardır bu düşünce yapısı. Farklı fikirleri dinlemek, kabul edilmez bulunsa da saygı duymayı bilmek hayatı yaşanır kılan çok güzel bir ayrıntıdır. 

Ferhan Şensoy, bugüne kadar birçok konuda eleştirildi. Bugün yeniden okuduklarımdan ilk aklıma gelenler; akbank reklamları, aydınlıkta yazması, esmer vatandaş, tinerci çocuklar, ibne misin, manitu ve elbette kavuk. 

Şimdi okuduklarıma istinaden kalkıp; İnsan Hakları Derneği tarafından eleştirildiği "esmer vatandaş" hitabına mevzu bahis olmuş "esmer çocuk"un ceza almaması için bizzat karakola gittiğini ya da "esmer vatandaş" hitabını ayrıştırıcı bulanların Roman mahalleleri kentsel dönüşüm programına dahil edildiğinde hiçbir şey yapmadığı süreçte Romanların elinden üç kuruşa evleri alınmasın diye sağlığı elvermezken oradan oraya koşuşturduğunu ya da "tinerci çocuklar" için bir çözüm bulunması adına çok uğraşmış olduğunu yazsam, sanki Ferhan Şensoy'u savunmaya geçmişim hissi uyandırır, ki bu çok hadsiz bir davranış olur. 

Ferhan Şensoy'u tanımamış, yaptıklarını takip etmemiş, kitaplarını okumamış, oyunlarını izlememiş, özetle onu ve fikirlerini hiç anlamamış insanlara karşı savunmaya geçmek çok sığ bir tutum olur. Kaldı ki benim böyle bir girişimim olduğunu duysa; zorlama bir tehditkarlık verilmiş sesiyle "mürit misin?" diye sesleniverecekmiş gibi bir his de var içimde, o meçhul öte taraftan.

Ve fakat bu şu demek de değildir "Ferhan Şensoy eleştirilemez". Elbette Ferhan Şensoy da eleştirilebilir, lakin eleştirinin barındırdığı zeka ve saygı seviyesi çok önemlidir. Hatta bu eleştiri türü sadece Ferhan Şensoy için değil tüm insanlık için önemlidir. 

Oysa ben yine zeka ve saygıdan uzak çok çirkin bulduğum yazılar okudum ve fikir özgürlüğü, diyerek geçiştirmeye zorlarken zihnimi; gecenin ilerlemiş saatinde, normal şartlarda çoktan yatakta olması gereken üç çocuk geldi yanıma, ellerinde yanlarına ufak delikler açılmış bir koli, "bize izin vermiyorlar, buraya bırakabilir miyiz?" dediler ingilizcenin ardından yeni öğrendikleri almancalarıyla. Koliyi açtım, iki yavru kedi, "anneleri nerede bunların?" diye sordum. Omuzlarını "bilmiyoruz" anlamında kaldırdılar, beynelmilel vücut lisanıyla. "Tamam" diyerek aldım koliyi, ne yapacağımı hiç bilmesem de. "İyi geceler" diyerek gitti çocuklar, "iyi geceler" dedim, el salladım arkalarından.

Biri sapsarı diğeri beyazı çok sarısı az.. İki kedi.. Elimde koli, aklımda hala Ferhan Şensoy..

"Kedi sevmem" diyendi Ferhan Şensoy. Nefret etmezdi kedilerden, zarar zaten veremezdi ama niyeyse uğursuzluklarına inanan bir sevmeme hali vardı. Oysa onun deyişiyle "gel dikiz ki" kediler pek bir severdi Ses Tiyatrosu'nu. O ise 50 dolar artı taksi parasına "sadece" kültürel katkıda bulunmak adına başka semtlere gönderirdi "Orkinos hanımın kedisi Bokkafa" repliğinin sahibi olmuş tiyatro kültürü almış kedileri. 

Kedileri sevmezdi Ferhan Şensoy, ta ki benim fiziken dahil olamadığım Gezi direnişinde gazdan kaçıp tiyatroya sığınan sarışın Kedittin Diriliş'e kadar. Patileri başında uyuduğunu, Ortaoyuncular kadrosuna dahil edildiğini, turnelere beraberinde götürdüğünü hele "ciddi bir aşk başladı aramızda" cümlesini okuduğumda yüzümde oluşan muzip gülümseme yine gelip yerleşti dudağımın kenarına. 

Koliyi alıp K3'teki "sahipsiz çocuklar"ın (nasıl da yüreği acıtan bir ifade) kaldığı bölüme gittim. (Aslında "blok"deniyor bu bölümlere. Lakin, burada yani gerçek hayattan kopartılmış kocaman açık hava hapishanesinde, blok sözcüğü bana Auschwitz'i çağrıştırıyor.) K3'te daha ilk günden iyi anlaştığım ve çok sevdiğim hemşire arkadaşlar var. Onlara çocukların sözlerini ilettim ve çocukların bana sorduğu soruyu onlara sordum. Gülümseyerek açtılar koliyi "madem anneleri yok, burası doğru yer" dediler. Buruk gülümsedim. "İsimleri var mı?" diye sordu biri, tam "yok" diyecektim, "biri 'Ferhan' diğeri 'Şensoy' olsun" dedim. Söylemeye çalıştılar, güldüler "zormuş" dediler. Sonra "isimleri var mı?" diye soran: "birinin adı 'Şundur' diğerinin adı 'Şibon' olsun" dedi. Duyduğum gibi yazmış olsam da anlamlarını sordum, Şundur 'şirin' demekmiş, Şibon ise 'hayat'. "Peki" dedim gülümseyerek ve teşekkür ettim. 

Yollarda hala insanlar var, barakaların içinden ve önünden sesler geliyor, ürperdim. Kedilerin içinde olduğu koli elimdeyken yürüdüğüm yolun ayrımına varmadığımı fark edip daha da ürperdim. Gökyüzüne baktım, kapkara, hiç yıldız yok, daha daha daha ürperdim, içim titredi.

Şundur ve Şibon, dedim ancak kendimin duyabileceği bir ses seviyesinde ve "güzel isimler" diye ekledim. İçimde karanlıktan korkup kendi kendine şarkı söyleyen bir çocuğun yalnızlığı. 

Odama gelir gelmez üstüme hırkamı giydim, hava bunaltıcı derecede sıcak olsa da içim üşüyor. Çayımı alıp yazmaya başladım. 

En başa dönersem; bugün bu yazının yeri ve zamanı mıydı? Bilmem, her şeyin bir yeri ve zamanı var mıdır, olmalı mıdır? Mesela ölümün zamanı var mı? Sevdiklerimiz "tamam artık zamanı geldi, git sen" dedikten sonra mı ölür? Ya da bazı haddini bilmezler yerli yersiz eleştirilerindeki zehirli dili zamanlayıp mı akıtırlar? Yer ve zaman gerçekten göreceli mefhumlar mıdır?

Burada birkaç dakika sonra takvim 31 Ağustos'u gösterecek, Türkiye'de birkaç saat sonra. Çok da göreceli bir mefhum değil gibi zaman. Yine de bilmiyorum, zaman geçiyor, bazen hızlı bazen yavaş, durdurma ya da tutma yetimiz yok ve zaman ilerlerken yer değiştirip duruyoruz. Bazılarımız bir evin içinde, bazılarımız bir şehrin, bazılarımız bir ülkenin, bazılarımız dünyanın. 

Bir de kıyamet gününü beklemeden dünyadan da öteye gidenler var, diyerek bir yandan gözümden akan yaşı siliyorum elimle bir yandan buruk buruk gülümsüyorum aklıma gelenle;

"Kıyamet günü belirlendi. 2028 yılının 26 Ekim perşembe günü akşamüstü saat 18.30'da bir göktaşı haşırt diye dünyamıza çarpacak ve konu kapanacak. Dünya gezegensel yaşamını yaralı olarak bir başka biçimde sürdürecek belki ve fakat biz insanoğlunun nesli tükenecek, bin yıllar sonra belki dünyada yeni bir yaratık biçimi görülecek, belki de görülmeyecek, biz zaten onu hiç bilmeyeceğiz. Bizim bildiğimiz 2028, the end!"

"Ben o sıralar 77 yaşımda "görülmüş, geçirilmiş" bir tip olacağım. Olacaksam yani. Olduğumu varsaymak hoşuma gidiyor. Olmak isterim, bu kazandipli dünyanın karpuz gibi yarılıp bitişini ben de görmeyi arzu ederim, buna çaba sarfedeceğim, ama başarılı olamayabilirim. Aranızda olmazsam kıyamet günü, benim de kulağımı çınlatın."

Kıyamet gününe ne hacet! Babam tanıştırmıştı beni Ferhan Şensoy'la. Çocukluğumdan beri bir cümleyle ya da tek bir sözcükle kulağını çınlatmadığım gün var mı acaba? 

Gel dikiz ki çın sesi oralarda nasıl duyuluyor bilinmiyor bu kazandiplide. Yine de ayağa kalkıp alkışlıyorum çın niyetine. Ve fakat "alkışlanan da gülücüklerle, öpücüklerle bu sevgiye karşılık veriyor" mu oralarda?

Çünkü; "alkışın içinde aşk var."


Özlemle...

D.K. 31 Ağustos 2023, 00:12, Kutupalong


https://youtu.be/UR-ZEHlITvg?si=D1KhSI-4ZjZuvrth