30 Eylül 2024 Pazartesi

"yol arkadaşım gördün mü, duydun mu olup bitenleri? kıskanıyor insan bazen basıp gidenleri. yalnızlaşmışız iyice, üstelik de alışmışız. hiç beklentimiz kalmamış, dosttan bile. korkular basmış dünyayı, şimdi bir semt adı vefa, kutsal kavgalardan bile, kaçan kaçana. anlaşılır gibi değiliz, tek bedende kaç kişiyiz, hem yok eden hem de tanık. ne esaslı karmaşa.

sen esas alemi seçtiğinden beri, ben o saniyede bittiğimden beri, dünya bildiğin dünya, dönüp duruyor işte. uzun uzun konuşuruz bir gün son istanbul beyi.

ben sana küsüm aslında, haberin yok. koyup gittiğin yerde kötülük çok. kime kızayım, nazım senden başka kime geçer? benim sensiz, kolum, bacağım, ocağım yok!

yol arkadaşım nerdesin?"


Bu da yetmedi işte içimdeki öfkeyi atmaya..

Daha ne diyebilirim?..

Yetmiyor!..

29 Eylül 2024 Pazar

Taraftan bağımsız, masum insanları öldüren hiçbir dava, benim vicdanımda "haklı" değildir. Ölen masum insanlardan "dava zayiatı" diye bahsetmek, üstelik bunu yüze yayılan kibirli bir gülümseme ile yapmak ancak katil bir ruhun yetisidir. En acısı ise; tarih, tüm yaşananları, "katliam" olarak değil, "başarı" diye yazacak. 

26 Eylül 2024 Perşembe


Almanya'da son seçimlerin ardından Yeşiller'in (Bündnis 90/Die Grünen) politik başarısızlığı konuşuluyor. Oysa ortada bir başarısızlık varsa bunun faturası tek başına Yeşiller'e kesilemez. Elbette bu Yeşiller'i masuma çıkartmak değil. Lakin mevcut koalisyon yani trafik ışığı koalisyonu başarısızdır. Ve bu başarısızlıktaki en büyük pay, koalisyondaki en küçük parti olmasına rağmen finans yönetimini elinde tutan ve sınıf bilincinden uzak tutumuyla FDP ile silahlanma ve savaş konusunda teşvik edici olan Başbakan Scholz'un tutumudur. Yeşiller'in -son seçimlerin sonucuna da yansıyan- en büyük başarısızlığı, FDP'nin ekonomide verdiği, halkı gözetmeyen kararlara ve SPD'nin barıştan uzak kararlarına; olması gerektiği tonda karşı duramamış olmasıdır. Yeşiller, koalisyon ortakları karşında pasif kalmış, vaatlerini tutmamış, yenilenebilir enerji, ucuz toplu taşıma, her bütçeye uygun organik gıda, mülteci hakları ve en önemlisi barış konusunda ağırlığını koymamıştır. Yine de parti yöneticileri, onurlu bir davranış sergileyip başarısızlığı kabul edip -istifa etmesi gereken nice başka polikacı varken- istifa etmiştir. Bu dahi günümüz şartlarında siyasi bir başarıdır. Umarım Yeşiller, yeniden ve daha kararlı bir şekilde yapılanıp genel seçimlere hazırlanır. Yoksa sağın hızla ilerleyen büyümesinin önünü almak daha da zorlaşacak.


21 Eylül 2024 Cumartesi

Görecek korkusuyla(!) evlatlarının yanında öpüşmeyen, birbirlerine sarılmayan, birbirlerine sevgi dolu sözler söylemeyen ebeveynlere sinir oluyorum. Tamam, siz öyle görmüş, öyle büyütülmüş olabilirsiniz ama bu demek değil ki çocuğunuzu da böyle büyütmelisiniz. Bırakın da çocuklarınız bilsin ebeveynin birbirini sevdiğini, bilsin sevginin, elle tutulan, gözle görülen, kulakla duyulan, tenle hissedilen yanları da olduğunu. 


Hatta başlamışken; çocuğunuzla cinsellik üzerine konuşmaktan çekinmeyin. Çocuğun bedenini tanımak için aldığı yolda ona ışık tutun. Cinsiyet farklılıkları hakkında bilgi verin. Bedenin yaş ilerledikçe uğradığı değişiklikleri sizden öğrenmesini sağlayın, hem de kız çocuğu anneden, erkek çocuğu babadan tabularını yıkarak. Çocuklarınıza kati surette öğreteceğiniz en mühim doğru; kendi bedeni hakkında kendi kararını verme yetisi olsun. Ne akrabanın, ne komşunun ne de akranının, eğer kendi istemiyorsa -masumca dahi olsa- bedenine dokunma hakkı olmadığını bilsin, bunu öğretin. Çocuklarınıza, "hayır" demeyi de "istemiyorum" demeyi de öğretin. Ve aynı şekilde "hayır" diyene, "istemiyorum" diyene saygı duymasını da. Yani çocuklarınıza, eğer istemiyorsa kimsenin ona dokunamayacağını öğretirken, onun da dokunulmak istemeyen birine dokunmaması gerektiğini. 

Çocuklarınızı koruyun, hem de sadece fiziksel olarak değil. Çocuğunuza her daim el uzatın. Fakat çocuklarınıza kendilerini korumalarını da öğretin. Ve bunu yaparken, en etkili korunma yöntemlerinin, öz güven ve öz saygı olduğunu unutmayın. Kendine güvenen, kendine saygı duyan birey, her zaman kendini korumakta daha başarılıdır. O yüzden çocuklarınızı büyütürken sadece size değil, kendisine güvencesini de sağlayın. Ki bu çok mühim bir denge gerektirir. Çocuk kendisine güvenmeyi öğrenirken, size de her daim güvenebileceğini hep bilmeli. 

Bir aileyi aile yapan her zaman kan bağı değildir. Lakin bir ailenin aile olabilmesi için, ailedeki bireyler birbirlerine sevgiyle, saygıyla, güvenle bağlı olmalıdır. Birbirlerine korkusuz, kuşkusuz, koşulsuz sığınabilmelidirler. Bir geminin limana yanaşması gibi, ki gemiler limanda güvendedir. Ve fakat John Shedd'in dediği gibi "elbette bir gemi limandaysa güvendedir ama gemiler limanda dursun diye yapılmamıştır." O yüzden, çocuklarınız her zaman bilsin ki sizin kollarınız her zaman konabilecekleri en güvenli dal ve aynı zamanda bilsinler ki uçmak için kendi kanatları var.

Ve en başa dönersem; evlatlarınızın yanında birbirinize duyduğunuz sevgiyi göstermekten çekinmeyin. Evlatlarınız birbirinizi sevdiğinizi bilsin. Hele evlatlarınıza sevginizi göstermekten hiç çekinmeyin, sakınmayın. Evlatlarınız sevildiklerini bilsin, mutlaka bilsin. 


Neyse öyle işte, diyeceğim, lakin, bu kez ne neyse ne de öyle işte. Sevgisiz büyüyen o kadar çok çocuk var ki ve sevgisizlik belki de şu hayatta onması en güç durum ve nice illetin temel kaynağıdır. 



19 Eylül 2024 Perşembe

Belki de en büyük sorun dinlemeden konuşmaktır, anlamadan yorum yapmaktır, okumadan, araştırmadan bilgi sahibi olduğunu sanmaktır, sahibi olduğunu sandığı bilgiyle eğrisini doğrusunu düşünmeden davranmaktır, diyeceğim, yanlış olacak. Çünkü cümledeki 'belki de' fazlalık, maalesef.

18 Eylül 2024 Çarşamba

Bizzat içinde yaşamak ve uzakta, görmeden yaşamak çok farklı biliyorum. Bilmediğim ise; bizzat içinde olmanın, değişimi görmeye imkan sağladığı mı, imkansızlaştırdığı mı?

Hani bir çocuk yanınızda büyürken, büyüdüğünü fark etmezsiniz fakat yıllarca görmediğiniz bir çocuğu gördüğünüzde, ne kadar büyüdüğünü, değiştiğini fark edersiniz ya... biraz öyledir, dışarıdan, uzaktan bakmak. 

Tabii bu, kapısı ve pencereleri kapalı bir evde ne olduğunu bilmemektir de aynı zamanda. Dört duvar arasında olanları; gölgelerden, seslerden bazen de doğruluğu şüphe uyandıran anlatımlardan tahmin etmektir.

Ben o dört duvara uzaktan bakıyorum. Ama içeriden gelen sesleri net duyuyorum. Koca koca balyozlarla duvarlar yıkılıyor, kolonlar yıkılıyor. Evin sadece dış cephesi duruyor. İçerde bağıran insanlar, eyleme geçmeyen, balyoz sallayanları durdurmayan, bir arada müdahale etmedikleri için durduramayan insanlar var. Evin yıkılacağını bildikleri halde, hiçbir şey yapmayan, tek tek güçsüz oldukları için yapamayan ama bir araya gelmeyi de başaramayan insanlar. 

Ben o dört duvara uzaktan bakıyorum. İçeride olan bitene müdahale etmiyorum, görüyorum sadece, tıpkı uyurken rüya görmek, rüya görürken gördüklerinin rüya olduğunu bilmek ama uyanamamak gibi. 

Uzaktan bakar ve görürken balyoz sallayanları ve dahi çığlık çığlığa bağıranları, hiçbir şey yapmıyorum, yapamıyorum. Kendime hem uyuduğum için, hem rüya gördüğüm için, hem uyanmadığım için kızıyorum. Fakat o evin içinde bir araya gelip de o balyoz sallayanları durdurmayanlara kızmıyorum, kızamıyorum. O eve girmedikçe, sadece uzaktan bakarken buna hakkım olmadığını düşünüyorum. 

Tıpkı yıllarca görmediğim bir çocuğun ne kadar büyüdüğünü fark ettiğimde beni artık tanımamasına isyan etmemek gibi. O çocuk büyürken yanında değildin, diyorum. O eve balyozlu insanlar girmeye başladığında sen o evden çıkmıştın, ilk balyoz duvara vurulduğunda orada değildin..

Ben o dört duvara uzaktan bakıyorum. "Dört duvar arasında olan dört duvar arasında kalır"dan öte bir şey bu. Anahtarım yoktu, eve giremiyordum. Rüya gördüğümü biliyordum, uyanamıyordum. 

Sadece üzülüyorum. Sadece özlüyorum. Özlediğimin geçmiş, çok zaman, çok olay, çok insan geride bırakan bir geçmiş olduğunu bilerek hem de...

14 Eylül 2024 Cumartesi

Bir diyalogda taraflar arasında, gerek maddi gerek kültürel gerek bilgi birikimi gerek eğitim imkanı olarak farklılıklar varsa buna dayalı olarak toplumda seviye(!) farkı olarak adlandırılan aralık, dikkat çekecek ölçüde çoksa; karşısındakinin anlamayacağını düşündüğü için kelimeleri onun anlayacağı şekilde seçmek mi kibirdir yoksa karşısındakinin anlamayacağını düşündüğü halde her zaman kullandığı kelimeleri kullanmaya devam etmek mi?


Tıp eğitiminde öğretilenler arasında, hastayla anlayacağı dilde konuşmak da yer alır. Hastayla konuşurken tıbbi terimlerin konuşma diline uyarlanmış haline çevrilmesi bu mümkün değilse de hastaya terim hakkında anında, sanki parantez açmış gibi, açıklama yapması tembih edilir. Peki bu tembih bazı hekimler tarafından dahi kulak ardı edilirken böyle bir tembihi hiç almamış kişiler için durum nedir? Üstelik çizgi çok inceyken. Çünkü aslında karşısındakini yeterince tanımadan anlamayacağını düşünmek de kibir değilse bile ön yargı değil midir?

Toplumda, seviye farkı, diye dillendirilen, kimilerini diğerlerinden üst bir yere koyan düşünce yapısının sahipleri; toplumda, seviye farkı, diye dillendirilen koşulların nasıl oluştuğunu sorgulayamayacak acizlikte olduklarının farkında dahi değildir. 

Örneğin, varoş kelimesi, dillerinden hiç düşünmeden, sorgulamadan dökülür. Çoğu bu kelimeyi, hakaret amaçlı, üsten bakan bir edayla kullanır ve ilginçtir ki çoğu varoş kelimesinin gerçek anlamını dahi bilmez. Bazı sosyal ortamlarda hatta hayatı öğrendiklerini sandıkları televizyon dizilerden aşina "varoşluk yapma", "varoş olma", "çok varoş" gibi arttırılabilecek örneklerde yer verir, varoş kelimesine. Belki bayağı belki de banal demek istiyorlardır, varoş kelimesini kullanırken, hem de kendileri bayağı, banal bir duruma düşerken. Ve fakat bunun tam tersi de yok mudur? Bilfarz "plaza insanı" ifadesini "varoş" ifadesinden çok da farklı bir yere yerleştirmek mümkün müdür?

Uyandım, zihnim yine kalabalık.  Zihnimdeki dünya ile gerçek dünya yine birbirine uzak. İnsanın insana sadece insan olduğu için değer vereceği bir dünya ve bu dünyada yaşayan mutlu çocuklar. Böyle bir dünya gerçekten mümkün değilse niye adına bir ömür dediğimiz süreyi geçiriyoruz ki üstünde.

Neyse öyle işte! 

11 Eylül 2024 Çarşamba

ABCÇDEFGĞHIİJKLMNOÖPRSŞTUÜVYZ

abcçdefgğhıijklmnoöprsştuüvyz




Gerçekten anlam veremediğim şeyler oluyor. Bu fikir sadece akademik bir çalışmaysa ve günlük yaşama etkisi olmayacaksa; âlâ. Fakat alfabedeki harfler gerek yazarken gerek telaffuz ederken doğru kullanılmıyorken böyle bir değişikliği genele yaymak gibi bir fikir mevcutsa; abesle iştigal eder, diye düşünüyorum. Zira düzeltme imi ya da bizim zamanımızdaki adıyla şapka, çoğunlukla yazıda -doğru olmasa da- kullanılmıyor. Ğ kullanımındaki hatalara değinmek ise saatler alır. Hal böyleyken, Türkiye Türkçesini korumak ve doğru kullanılması için çaba sarf etmek yerine, alfabeye; Q, X, W, Ň, Ä harflerini eklemek gerçekten mantıklı mıdır?

Zannetmiyorum ve giriş cümleme dönüyorum; gerçekten anlam veremediğim şeyler oluyor. 


 

8 Eylül 2024 Pazar

"Tahmin etmiştim, hissetmiştim hatta biliyordum" demedi. "Ben söylemiştim" demek zaten yapmadığı bir şeydi, o yüzden demedi. Derin derin iç çekti. Biriken yaşları savuşturmak için gözlerini kırptı, sesini kontrol etmeye çalışarak "üzgünüm" dedi, "çok üzgünüm".


Bu satırlar hüzünlü bir hikayenin giriş cümlesi olabilirdi. Değiller. Ülkede ve dahi dünyada hızla arttırılan teessür dozu, tıpkı hasta olmayan bünyeye zamansız verilen ilaçların ihtiyaç halinde kifayetsiz kalıp direnç göstermemesi gibi bir tesir gösteriyor.

Doğa katlediliyor, hukuk yok sayılıyor, fikir beyan edenler hapsediliyor, haber alma özgürlüğü kısıtlanıyor, eğitim hakkı zorlaştırılıyor, fakirlik sıradanlaştırılıp açlık yüceltiliyor, çocuklar ölüyor, öldürülüyor...

Her gün biraz daha ağır haberler alan insanlar her gün biraz daha hafif tepkiler gösteriyor.

Türkiye'de ve dahi tüm dünyada milliyetçi, ırkçı yaklaşımlar taraftar kazanıyor. Üstelik bu taraftarlar, milleti aç bırakan, zulüm eden, öldüren, Türkiye'de vatan topraklarını, kıyı, orman, dağ ayırmadan satan yapılanmaların milliyetçilikten ne anladıklarını sorgulayamayacak kadar cahil bırakılmış, gerçek manada millet ve ülke sevgisinden bihaberler. Üstüne bir de inançlarının sömürüldüğünü fark etmeksizin din(!) ile terbiye ediliyorlar.

Üzgünüm. Teessür direncim yüksek olduğu için değil, bünyem hiçbir haksızlığı, felaketi, cinayeti sıradanlaştırmadığı için, dünyanın neresinde olursa olsun, hiçbir çocuk ölümünü kabullenemediği için üzgünüm, çok üzgünüm.

1 Eylül 2024 Pazar

 yine geldi eylül

ne dersin 

aratır mı gideni gelen 

yoksa hep arandığı için giden

fark edilmez mi gelen 


geldi eylül

yine sular mı iri damlalar 

artık güllerin açmadığı yanakları

yoksa solar mı nihayet yürek

kuru gülleri sulamaktan feragat ederek 


ve 

eylül

ben

derken 

yine geldi

sen

sen ne dersin



gün dönmek üzere, "eylül geldi, yine geldi eylül". doğduğun gün müdür bilmiyoruz elbet, belki ağustosun son saatlerinde doğmuştun belki eylülün ilk saatlerinde. ama 1 eylül yazmışlar, son sıraya ekledikleri kütük numaranın yanına. eylülü daha fazla severdin, "kesin eylülün ilk saatlerinde doğmuşumdur ben" derdin. bizse eylülün ilk saniyelerinde doğum gününü ilk kutlayan olma yarışına girerdik. hatta berabersek, ilk ben öpeceğim, diye, birbirimizi kenara itecek, uzaktaysak, ilk kutlayan ben olacağım, diye telefonlara sarılacaktık, ki ben olacaktım ilk arayan, hile yapıp gün dönmeden arayacağımdan. evet, bazen cebren bazen hile ile, hep ilk ben kutladım doğum gününü, hep ilk ben öptüm, ben sarıldım sana. ama artık hiçbir hile, hiçbir sihir, hiçbir mucize yok ki seni geri getirsin. gözlerimi kapatsam hayalin var, sesin yok, sıcaklığın yok. cayır cayır yansa da içim, senin sıcaklığın yok o yangında. kızgınım sana. başka türlüsü gelmediği için elimden, kırgınlık fayda etmediği için belki de, kızgınım işte, kızgınım gidişine.

aslında hepimiz, her daim sanki programlıydık gitmeye. sınırları sevmezdik, dar gelirdi her yer. evler, şehirler, ülkeler dar gelirdi. ev ev, şehir şehir, ülke ülke, hepimiz giderdik, hepimiz dönerdik. bazen birbirimize, bazen kendimize. sen hep bana dönerdin, ben hep sana. ikimiz de başka türlüsünü öğrenemeyenlerdendik. biz kendi seçtiğimiz ailemizin yapışık ikizleriydik. ne kadar uzak olsak da birbirimize, baştan sona ve dahi sondan başa eviydik birbirimizin, yuvası. herkes bir yerlerde sevgilileri, eşleri, çocukları, "ailem" dedikleriyle yaşlanırken, biz, dünyanın herhangi bir yerinde, küçük bir sahil kasabasında, herkes için iyi şeyler dilerken, birbirimizde yaşlanacaktık. daha en az yirmi, otuz yılımız vardı. emekli olacaktık ya da istifa edecektik. bir sahaf açacaktık, kitap kokusu içinde, sohbet ve çay ikram edecektik gelenlere. ben tembellik ederken bile boş duramadığımdan çoraplar örecektim, battaniyeler örecektim, ördüğüm her battaniyede önce "benim olsun mu bu" diye soracaktın sonra vazgeçip çorapla birlikte, dünyanın herhangi bir yerinde ayağa üşüyen herhangi bir çocuğa gönderecektik. daha gerçekten aşık olacaktık. birbirimizin sevgililerinde kusurlar bulacaktık belki paylaşma korkusuyla, belki sevecektik, diğer yarımız sevdi diye. terk edilecektik belki, üzülecektik, omzunda ağlayacaktım, omzumda ağlayacaktın. esperanto öğrenecektik, konuşacak kimseyi bulamadığımız için haftanın belli günlerinde birbirimizle doğru, yanlış esperanto konuşacaktık. Şili'ye gidecektik. Kayseri'ye gidecektik. dünyanın ilk psikiyatri kliniği olarak anılan Gevher Nesibe Şifahanesi'ni görecektik, ki bahanem olacaktı, görmek için kıymetlimi. on, yirmi, otuz, kırk, elli kedimiz olacaktı, ben hepsini sevecektim ve fakat hiçbirini sevmeyecektim, sevemeyecektim Küçük Hanım kadar. sombrero alacaktım sana, renkli ponponlu, pompom diyecektin sen, sombreronun şerefine, tam zamanı, diyerek, tekila içecektim ömrümde ilk defa. T1 alacaktık, korkmayacaktık yolda kalmaktan, "Özlem tamir ediverir" diyecektik. haftada en az bir gün ve her bayram ve her doğum günü ve her noel ve her paskalya, domatesli makarna ve çikolatalı puding yiyecektik. her noel, her paskalya ve her uzun tatilde tüm kardeşler yine bir araya gelecektik ve Tarık'ın içindeki koruyucu hekim baba başladı mı karbonhidrat, şeker, tuz saymaya tuvalete kilitleyecektik. Leati'nin büyüdüğünü görecektik ve Teatro dell'Opera di Roma'da sahneye çıktığında en önde oturacaktık. yanımızda olmasa da Deniz'in büyüdüğünü görecektik, onunla sevinecek, onunla üzülecek, onu özleyecek ama yaptığı her şeyle gurur duyacaktık. (elbette ikimizin yerine sevmeye devam edeceğim Deniz'i, ikimizin adına paylaşacağım sevinçlerini, ikimiz adına hüzünlerini ve ikimizin yerine gurur duyacağım her başarısıyla. diğerlerini değilse de ikimiz adına yaşayacağım Deniz'de senin yaşaman gereken her şeyi.) 

dayanabildiğim sürece... 

pembe bir taş bıraktım az önce hatıralar kutusuna. sen hediye etmiştin. 98'e girdiğimiz yılbaşı gecesi. özlem üstüne çiçekler çizip boyamıştı. yer yer kalktı boyalar, renkleri de soldu biraz ama hala çok güzel. sırt çantamda getirdim onu, benim kadar yabancı o da hala buraya. kutuyu, babamın aldığı son doğum günü hediyesi olan ve kaybederim korkusuyla takmadığım bilekliğimi koymam için aldığını söylemiştin. aynı gece koymuştum bilekliği içine, hatta özlem, bileklik içindeyken boyamıştı. sonra başka şeyler de girdi o kutuya. babaannemin mor taşlı yüzüğü, İbrahim'in hediyesi dolma kalem, Sevil'in lens kutusu, Tarık'ın ilk maaşıyla hepimize uğur getirsin diye aldığı bir dolar, Deniz'in ilk saçı, ilk düşen süt dişi, Asfur'un hediyesi saksağan tüyü, Dudu'nun haçı, senin künyen. şimdi de sahilde bulduğum bu pembe taş. pembe, en sevdiğin renk. 

gün dönüyor, birkaç dakika sonrası eylül. ağustos'un son saatleri mi, eylülün ilk saatleri mi ne fark eder, doğmuşsun, iyi ki doğmuşsun. 

hiçbir şey çıkmamış üstünden, ne bir belge ne bir mektup. beyaz bir beze sarılıymışsın, onun üstüne de -belki de battaniyeleri bu derecede sevmene sebep- mavi bir battaniye sarmışlar. tutanağa geçecek üç malzemeyi dahi bir araya getiremediklerinden, fotoğrafını çekip onu eklemişler, cümle bile kurmaya zahmet etmeden "erkek, birkaç saatlik" diye not düştükleri dosyana. "Sinan" demişler adına, soyadına Koca. ÇEK Kocasinan Belediyesi'ne bağlı diye. ismini severdin. ben de severdim, hepimiz severdik. hala seviyorum. hem seni hem ismini. hep seveceğim. hem seni hem ismini. bir keresinde "ya durağın adından esinlenip ismimi Siyavuş, soy ismimi Paşa koysalardı ya da tam tersi" demiştin. Sonra da önce "Siyavuş Paşa" sonra "Paşa Siyavuş" diyerek basmıştın kahkahayı. arada Özlem, rahatlığına takılmak için "Sinan Paşa" diye seslendiğinde, "alıştım artık 'Koca'ya değiştiremem" derdin gülerek. sen ne güzel gülerdin ve sen hep içten gülerdin, dudaklarınla, gözlerinle, yüreğinle. gülüşün, içinde -sevinç, mutluluk, isyan, hüzün, muziplik, haylazlık- ne barındırırsa barındırsın hep içtendi, her şeyin gibi. 

gün dönüyor, birazdan eylül, ben yine yazıya sığındım. Tarık "gel" demişti, Özlem "geleyim". gitmedim, gidemedim, Özlem'e "gel" diyemedim, onun yerine yeni bir saha görevine "evet" dedim. sen gideliden beri çok şey oldu, aslında son dört yıl çok zordu ama hiç olmazsa yarısında sen vardın. Sevil'in ardından sen sarıldın, Deniz'in mahkemesinde sen tuttun beni. "2020 lanetle geldi" demiştin. ben son çektiğin fotoğrafımda güneşi tutmuş olsam da  -batmasın diye- avucumda, 2020'de, lanetin tam orta yerinde kaldım sanki. ne yaparsam yapayım, nereye gidersem gideyim, o lanetin ortasında tuttuğum güneş, doğmadı sanki bir daha. sen gittin, huzurlu gittin, gülerek gittin ve ben hala buradayım Sinan. 

hayat dört duvar değil. türkiye'de yaşananlar, dünya'da yaşananlar, katliamlar, savaşlar, işkenceler, sürgünler, öldürülenler, öldürülenlere sessiz kalanlar. hayat dört duvar değil. kalbimin sınırları da duvarları da yoktur, bilirsin ve dört duvar arasına hiç sığamasam da bilirdim kendimi sığdırmayı kendi kalbime. artık oraya da sığmıyorum, ona da sığamıyorum. çok acı, çok ayrılık, çok ölüm girdi kalbime. şişti, büyüdü iyice. yine de kendime yer bulamıyorum içinde. eskiden sadece evlere, şehirlere, ülkelere sığamazdım, giderdim. geri de dönerdim. sığamasam da içine, gidemiyorum kalbimden. oysa bırakabilseydim hatıralar kutusuna pembe taşın yanına, hatta yerine. 

gün dönüyor. birazdan eylül. 

oysa ben artık saymıyorum. ne günleri, ne ayları, ne yılları. belki bir koridorda kaldım, belki çalmayan bir telefonun başında, belki bir mahkeme salonunda, belki bir ağıtta, belki umutla sarılan bir çocuğun bakışında, belki güneşi tuttuğum yerde, belki de soğuk sularında okyanusun. gitsem de dönsem de kaldım Sinan, belki de sende. 

gün dönüyor. birazdan eylül ve ben sığamadığım için hiçbir yere, eylülün ilk gününün son saatlerinde yine yollara düşeceğim. o kadar yorgunum ki, o kadar yoruldum ki kendimden, zihnimdekilerden, dinlenmek için çalışacağım, öldürenlere inat yaşatmak için çalışacağım, zulmedenlere inat şefkatle çalışacağım. 

gün dönüyor birazdan eylül, ağustos'un son saatleri mi, eylülün ilk saatleri mi ne fark eder, doğmuşsun, iyi ki doğmuşsun. iyi ki doğmuşsun da keşke gitmeseydin, gitmeseydin benden önce. bırakmasaydın beni geride, hayallerimiz, hayal kalmasaydı ve ben kalmasaydım yarım. 

gün dönüyor.. birazdan eylül... 

sesini duymasam da, sıcaklığını hissetmesem de, öpemesem de, sarılamasam da yine ilk ben kutlayacağım doğum gününü...