"Gençler, pek çabuk pes ediyorsunuz. Sanki dünyanın en ağır işini yapmış gibi yorulup kenara çekiliyorsunuz. Sanki yaptığınız işin daha ağırı, hissettiğiniz yorgunluğun daha büyüğü yokmuş gibi. Daha ömrünüzün ilk baharlarındasınız oysa. Ve ömrünüzün kaçıncı baharında olursanız olun, en, diye bir sınır koymayın hayatınıza. En güzeli, en çirkini, en iyisi, en kötüsü, en ağırı, en hafifi, bunlar hep sınır. Hayat su gibi akarken bent çekmek niye? Bırakın su aksın. Su gibi yaşayın hayatınızı." demişti Genco Erkal.
Birebir kelimeleri aynı dizememiş olabilirim zihnimde, geçmiş zaman. Üsküp'te Türk Tiyatrosu'nda, Mehmet Hoca'nın bana henüz "sesin ve diksiyonun çok iyi çocuk, fakat sahne sana göre değil, sen başka bir meslekte insanlığa daha faydalı olursun" demediği lakin beni çok sevdiği için çaycılık(!) yaptırdığı ve Sevdalı Bulut'u sahneye koyduğu zamandı. Ömrümün kaçıncı baharında olduğumu bildiğim, kaç baharım daha kaldığını düşünmeye henüz başlamadığım zamanlar. Bana kısacık bir sürede çok şey katmış, çok değerli insanlarla tanışmamı sağlamış, yolumu çizmeme yardımcı olmuş Üsküp günlerimden. Mehmet Ulusoy'un da, Ayla Algan'ın da, Kenan Işık'ın ve Genco Erkal'ın henüz hayatta olduğu zamandan. Bana asırlar öncesiymiş gibi gelen zaman.
Seslerine, alçak gönüllülüklerine, çılgınlıklarına, hayatı algılayışlarına hayran olduğum bu insanlar, oldukları yere ne zorluklarla geldiler, her biri için "per aspera ad astra" ve onlar artık sonsuzlukta yerini almışken, zaman bana bir kez daha en'lerin olmadığını hatırlattı.
Ve fakat umutsuzluğu her hücremde hissettiğim şu günlerde; "En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız" demiş olsa da Nazım Hikmet; ben, kendi ömrüm adına, o, en güzel günlere inanmıyorum artık. Daha da kötü günlerimiz henüz yaşanmadı, diyor umutsuz, yorgun, yılgın, kırgın ruhum..
Özür dilerim...