Altı bin dokuz yüz kırk gün yani tam on dokuz yıl önce bugün ayrıldım İstanbul'dan...
Yıllarca ardımda bıraktıklarımın ya da daha doğru bir ifade ile geçmiş, şu an ve gelecek muhasebesi yaptım. "Kalsaydım ne olurdu, nasıl olurdu hayatım?" bu ve benzer soruları yüz, bin hatta milyon kereler sordum kendime. Tahayyül etmeye çalıştım fakat asla cevabı bilemedim. Çünkü yaşamadığını hiçbir zaman bilmez insan, bilemez. Tahminler ve ihtimaller üzerinde düşünür, ki düşündüm, çok düşündüm. Keşke ve acaba sözcüklerini; tüm olasılıkları boncuk boncuk dizerken görünmez bir ipe -ki bazen incecik bir pamuk ipliğiyken bazen urgan olurdu, bazen kopmaya meyilli bazen boynuma dolanmaya- hem yaren ettim hem düşman ettim birbirlerine.Altı bin dokuz yüz kırk gün yani tam on dokuz yıl...
Ki biliyorum, hayatta, hiçbir zaman, hiçbir şey bıraktığımız gibi kalmaz. Zaman asla değiştirmeden ilerlemez. "Sen hatırladığın İstanbul'u, hatırladığın Türkiye'yi özlüyorsun" diyor kardeş. Evet özlüyorum, zaten on dokuz yıldır en çok özlüyorum, yemek yer gibi, su içer gibi, nefes alır gibi özlüyorum. Biliyorum, İstanbul, ardımda bıraktığım İstanbul değil lakin ben de İstanbul'u ardında bırakan kadın değilim artık. Zaman bende de ilerledi. Değişirken tarih gün gün, benden çok şey aldı hayat ve bana çok şey verdi.
Altı bin dokuz yüz kırk gün yani tam on dokuz yıl önce bugün ayrıldım İstanbul'dan...
Ve İstanbul, altı bin dokuz yüz kırk gece sonra yine bir şiir, bir şarkı yüreğimde, üstelik bu kez "bekle bizi İstanbul" demiyor ruhum Vedat Türkali'nin dizeleriyle...
...bana bir masal anlat baba
içinde tüm sevdiklerim
içinde İstanbul olsun
anlatırken tut elimi
uykuya dalıp gitsem bile
bırakıp gitme sakın beni...
...bana bir masal anlat baba, anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile, bırakıp gitme sakın beni, bırakıp gitme baba...