34 gün oldu.
Ülkenin bir kısmında hayatın tamamının değiştiği, kalanında da devam etse de hayat, çok fazla farklılığın oluştuğu günün üstünden 34 gün geçti. Hala yardımların ulaşmadğı, barınma sorununun çözülemediği insanlar var. Tuvalet, vücut temizliğinin karşılanması gibi doğal ihtiyaçlar dahi bu şartlarda ancak bu kadar oluyor seviyesine ulaşmadı. Her gün yeni bir bölgeden içme suyu çağrısı yapılıyor. İnsanlara hala yeterli içme suyunun ulaşmadığı yerler var.
Bir de madalyonun öbür yüzü olan yerler var. Daha ilk günlerde çadır kentlerin kurulduğu, her türlü yardımın çabucak ulaştırıldığı, palet palet suların olduğu yerler. Ki bu yerlerden biri de Elbistan. Kızılhaç ekibi ile bölgede bulunduğum ilk hafta uzun beklemeler sonucu görev yeri olarak Elbistan verilmişti ve biz oraya vardığımızda niye oraya yönlendirildiğimizi anlamamıştık, tüm ekipler çalışıyordu, çadır kentler kurulmuştu, çadırlarda yerler vardı, yemek karavanı kuruluydu, su ihtiyacı hiç yoktu. Bölgede AFAD ve UMKE görevliydi, çeşitli illerden İtfaiye erleri de vardı. Bulunduğumuz noktada kendimizi gereksiz hissettik. Başka yere yönlendirilme talebinde bulunduk, uzun bekleme sonrasında Adıyaman'da kurulan çadır hastanesine yönlendirildik. Orada ise 24 saati doldurmadan bize ihtiyaç olmadığı söylendiği için ayrılmak zorunda kaldık. Oysa Adıyaman'da durum Elbistan'da olduğundan farklıydı, orada bize ihtiyaç vardı ve biz işe yarıyorduk.
Almanya'ya döndükten sonra uzun süre kafamızdaki sorulara yanıt bulamadık. Derken Twitter'ın kötülük timsali selman'nın paylaşımını gördüm. O vakit aklıma gelen tek şey şu oldu; orası prezantasyon bölgesiydi ve diğer kurumlara başka yerlerde görev izni verilirken Kızılhaç'a verilmemesinin sebebi gerçeği göstermeme çabasıydı. Böylece Kızılhaç, IFRC raporlarına bölgeye gittik, bölgede her şey kontrol altındaydı diye rapor verecekti. Nitekim bu fikrim soğumadan Kızılay'ın kurduğu şirket üzerinden afetin üçüncü günü AHBAP'a çadır sattığı skandalı ortaya çıktı. İlk gün, hiçbir karşılık beklemeden afet bölgesine ulaştırılması gereken çadırlar, yine afet bölgesine ulaştırılmak üzere bir STK'ye satılmıştı. Skandaldan birkaç gün sonra DRK, Almanya'da birçok büyük gazete bunu yazınca ve halktan bağışlarımız nereye gitti sorusu yükselince açıklama yaptı, ancak yapılan açıklama aslında sadece Türk Kızılayı'nın yaptığı açıklamayı tercüme edip servis etmekten öteye geçemedi. Ve hala kafamda bir sürü soru; çadırlar, portatif duşlar, tuvaletler nereye kuruldu? Yaptığım araştırmada gönderilen çadırlarda logo olmadığını öğrendim. Zaten olsa da AFAD logosu ile kapatılacakmış. Buna da takılmak gerek belki ancak ben bununla eğer ki yardım yerine ulaşıyorsa ilgilenmeme kararı aldım. Bir de şu içimde dinmeyen şüphe olmasa.
Ama madalyonun iki yüzü yok bu yaşananlarda. Hatta yuvarlak, fırıl fırıl dönen bir madalyon, yüzü olmayan, siyasetin çirkin yüzünün değdiği her şey gibi.
Bizden bir gün önce Türkiye'ye ulaşan THW ve ISAR, 'Hatay'a yardım ulaşmadı' çağrıları üzerine direkt Hatay'a gitti. Biz bir gün önce gelebilseydik, biz de Hatay'a yönlendirilir miydik tam emin olmasam da belki ihtimalini yok sayamıyorum. Hatay'a yardım ulaşmadı sesleri tüm dünyaya sosyal medya sayesinde ulaştı. Ve bu sayede Hatay'a geç de olsa yardım elleri hem Türkiye'den hem Dünya'dan hızla ulaştı. Hatay'a bu kadar yardımın ulaşması beni çok sevindirse de burada da içimi huzursuz eden hususlar vardı. Öyle ki depremde Antakya'dan sonra en çok hasar alan yer olan Adıyaman neredeyse kimsesiz bırakıldı. Adıyaman'ın sesini duyan olmadı ve acıdır ki Adıyaman'ın sesini duyurmak için kimse organize olmadı. Üstelik yine sosyal medya üzerinden akp'li ve tarikatçi kesim muamelesi gördü. Bu konuda Suriye ve Türkiye ikileminde kalmış, kendi ilkelerinden ödün vermiş biri olarak fazla konuşmayı kendime hak bulmasam da canımı yakmadığını söylesem yalan olur.
Tarık, Defne'de sahra hastanesi kurulacağını, Türkçe bildiği için ilk ekibin başında kendisinin olacağını, istersem beni de götürebileceğini söylediğinde hazırlanmam ve yola çıkmak bir saat dahi sürmedi. Birkaç gün önce tarifsiz acılarla ayrıldığım Adana havaalanına karmakarışık duygularla indiğimde Tarık henüz gelmemişti. Herhangi bir risk almamak için pasaporttan geçmeden bekledim. Antakya'ya gitmeden önce medyada gördüklerim ve anlatılanlardan öte bir bilgim yoktu, olamazdı da. Gördüklerim karşısında nefesim kesildi desem abartı olmaz. Tarık, bu derece yıkıma uğrayan başka yer yokmuş dedi. Adıyaman da böyle dedim. Şaşırdı, hiç duymadık, dedi. Evet, hiç duyulmadı, duyurulmadı. Hatta Tarık'a Adıyaman'daki çadır hastanesine beni yönlendirmesi mümkün olabilir mi diye sordum. Olmayacağını söyledi. Kabullendim. Bir kez daha burnumun dikine gitmeyecektim. Elimden gelen neyse Defne'de yapacaktım, elimden gelen ne varsa Defne'de yaptım. Elimden çok az şey geldiğini defalarca defalarca defalarca tüm hücrelerimde hissettim.
Şu an bunları yazarken, bir hafta önce aynı saatlerde oradan ayrılma hazırlığı yapmak üzere olduğumu düşünüyorum. Bir hafta oldu döneli ama dönmedim aslında, sadece cismen buradayım. Aklım da kalbim de orada kaldı. Kulağımda hiç dinmeyen ninni olmuş ağıt "sareri hovin mernem" gözüm açıkken de kapalıyken de hep oradaki insanların yüzleri..
Bir de internette gördüğüm bir duvar yazısının fotoğrafında yazanları hiç unutmayacağım sanırım "konuşacak çok şey var ama konuşacak kimse kalmadı 06.02.23, Acıyaman" çünkü öyle Adıyaman'ın adı olmuş Acıyaman...
Bu acılar diner mi? Ateş düşen yerlerde zor. Bu acılar unutulur mu? Umarım unutulmaz, hep hatırlanır. Yaralar sarmayla iyileşmeyecek kadar büyük yine de sağalma süresinde yardıma erinmeyen, elini uzatan herkese minnetim büyük.