Merak ettim ben koşarken iki kayıt yapan saatim, iki kayıt arasındaki altı dakikanın nesini kayda değer bulmadı : )
Bu arada niye koşuyorum, hadi koşuyorum niye kayıt tutuyorum, biliyor bilmesi gereken(ler) ; )
Ya algı ve kavram tanımları değişti ya da ben algılama ve kavrama yetimi kaybettim. Mevcut şartlarda kimler terörist ve terör örgütleri hangileri?
Bir de "barış" nasıl tanımlanıyor, diye sorma arzusu var dilimin ucunda ama yüreğimdeki "barış" kavramını zedelememek adına sımsıkı tutuyorum ağzımda.
Bunca acı neden yaşandı, diye de sormak istiyorum ortalık yere, herkese ve kimden gelirse gelsin, alacağım hiçbir cevabın beni tatmin etmeyeceğini bildiğim için vazgeçiyorum.
Muallak ve muamma arasında sıkışıp kaldı fikirlerim. Şova dönüşmüş bir basın açıklamasıyla çözüldü mü şimdi memlekette Kürt meselesi?
Buruk bir heyecanla, ilk kez, yirmi yıldır yaşadığım ülkenin yönetiminde etki sahibi olmak adına oy kullandım.
Burada yaşadığım sürede, yaşamadığı bir ülkenin siyasi geleceğini belirleyecek bir karara etki edebilecek kişilerin oy kullanmasına sıcak bakmasam da; akp seçmenlerinin dolu otobüslerle seçim noktalarına gittiğini bildiğim, Türkiye'lilerin yoğun yaşadığı yerlerde akp'nin yaptığı seçim propagandalarını gördüğüm için, bir karşı oy bir karşı oydur diyerek kilometrelerce yol kat edip oy kullandım. Mayıs 23 seçimlerinde çoğunluk gibi ben de heyecanlanmış, umutlanmıştım. Lakin sandığa giderken -ki şartları zorlayıp ikincide ta Dakka'da- kararlı bir şekilde "son kez" demiştim ve bu karardan dört ay sonra, tam da telefonumun sayacı, Türkiye'den ayrılışımın 6666. Günü olduğunu gösterdiği gün, konsolosluktan gelen "vatandaşlıktan çıkma izni" onay emailini okudum. O gün resmi mercilerden önce kendim onayladım vatandaşlıktan çıkışımı..
Bugün yeni kimlik kartımla ilk kez oy kullandım..
Bir de yüreğimi cayır cayır yakan vatansızlık, yurtsuzluk, yarsızlık yangını olmasa....
Geçmişte yaşananlar sır değilse geleceğe sırlı cam tutması belki de büyük bir trajedidir. Çünkü, tarih tekerrür etmez. Tekerrür eden; kendi çıkarlarını, devletin ve halkın çıkarları önünde tutan siyasilerdir. Tekerrür eden; haber alma hakkı elinden alınmış, baskı altında ve karanlıkta kalmış halkın çaresizliğidir.
...
1 Ocak 1934'te "Editörlük Yasası" yürürlüğe girdi. Böylece Nasyonal Sosyalistler basın özgürlüğünü ortadan kaldırdılar ve Üçüncü Reich'ta kamu adına kimin yazabileceğini düzenlediler. Nazi ideolojisi haberciliğin odak noktası haline geldi. O dönem yaklaşık 1.300 gazetecinin işini kaybettiği tahmin ediliyor.
30 Ocak 1933'te Hitler'in liderliğinde yönetime geçen Nasyonal Sosyalistler, kulüp, dernek ve kurumları "koordine etme" politikasını başlattılar. Amaç, bütün toplumsal yaşamı denetim altına almaktı. Aynı durum medya için de geçerliydi.
Propaganda Bakanı Joseph Goebbels, 6 Nisan 1933'te yabancı basına yaptığı bir konuşmada, Nasyonal Sosyalist politikalara desteğin "açık bir evet ya da açık bir hayırla" açıklanması gerektiğini; "bu, evet ya da hayırın hiçbir şekilde "eğer" ya da "ama" kabul etmediğini" duyurmuştu.
Nazi rejimi, sosyal demokrat ve sol görüşlü parti basınını 1933 yılının Şubat ayında yasakladı ancak burjuva basınına karşı yasal mücadele araçlarına ihtiyaçları vardı. Bu işlev "Editörler Yasası" ile devralındı ve bu işlem kelime seçimiyle başladı: "Editörler" "Genel Yayın Yönetmeni" oldu ve resmi kayıtlara göre "Baş Editör" ilan edildi. Gazetecilere dayatılan bu yeni hiyerarşi, Alman basınının Nazi devleti tarafından tam olarak kontrol altına alınması anlamına geliyordu.
Yasa, gazetecilik mesleğine girişin, Nasyonal Sosyalistlerin istekleri doğrultusunda düzenlenmesini öngörüyordu. Editörler, yasa gereği, Nazilere tam bağlılığını ispatlamayan gazetecileri meslekten men edebiliyorlardı.
Editörlerin yasa gereği Reich Basın Odası'na üyelik zorunluluğu vardı ve bu üyeliğin ilgili devlet liderleri tarafından onaylanması gerekiyordu. Reich Kamu Aydınlatma ve Propaganda Bakanı'na açık bir veto hakkı tanındı: Reich Basın Odası, editörleri, herhangi bir özel neden göstermeden listeye dahil etmeyi reddedebilirdi. Böylece siyasi olarak uyumlu bulunmayanlar medyada çalışamaz hale getirildi.
Gazeteciler doğrudan doğruya Nazi diktatörlüğüne sadık kalmakla yükümlüydüler. Nazi yasalarına göre, özel olarak tanımlanmış bir "kamu görevi" yürütüyorlardı: "Alman halkının gücünü" veya "toplum iradesini" zayıflatacak herhangi bir şeyi bildirmekten "uzak durmaları" gerekiyordu. Ayrıca "başka nedenlerle ahlaka aykırı" içeriklerden de kaçınmaları gerekiyordu; bu, Nasyonal Sosyalistler arasında popüler olmayan tüm raporlara uygulanabilecek bir "elastik paragraf"tı.
Yasaya karşı direniş sınırlıydı. Birçok eski gazeteci, Nazi devletine sadakatin sağladığı güvenceyi kabul etmişti. Parti çizgisine sadık editörlerin ne yayıncılardan ne de genel yayın yönetmenlerinden korkmasına gerek yoktu.
Eleştirel gazeteciler içinse durum farklıydı. Onlar ya bir kazaya kurban gidiyor ya kayboluyor ya hapse giriyor ya da toplama kampına gönderiliyordu.
Kısa sürede yasaklar, içerik ve dil konusunda sıkı denetim, gazetecilerin sindirilmesi ve zulüm görmesi, Nasyonal Sosyalist söylemlerin egemen olduğu tekdüze bir basına yol açtı. İnançlı Nasyonal Sosyalistler bile gazete okumayı sıkıcı buluyordu. Tirajların düşmesiyle yönetim, haftalık gazete olan "Das Reich" 'ın her eve girmesi zorunluluğunu getirdi. "Das Reich" tartışmasız bir prestij projesi ve propaganda aracıydı. Joseph Goebbels her sayıda kendi yazılarını da yayınlattı.
Aynı dönemde, Alman Kızlar Birliğinin resmi dergisi "Die Deutsche Mädel" aylık yayımlanmaya başladı. Dergi, genç kadınların Nasyonal Sosyalist yaşamda nasıl var olmaları gerektiğini dikte eden başka bir propaganda aracıydı. Bu dergide çalışan gazeteciler bizzat Goebbels'e bağlı Editörler üst kurulu üyeleri tarafından seçilse de isimleri asla açıklanmıyordu.
Haftalık "Das Reich" ve aylık "Die Deutsche Mädel" halka ulaşan, doğrusu propaganda amacıyla ulaştırılan yayınlardı. Ve her ikisinde de rejim propagandası yanında "basının özgür" olduğu vurgulanıyordu.
Reich Basın Okulu, 1934 yılında Nasyonal Sosyalist devlet için çalışacak yeni editörler yetiştirmek amacıyla kurulmuştu. “Uygun” editörlerin seçiminde tutum testleri, Nazi örgütlerine üyelik ve siyasi güvenilirlik belgeleri belirleyici kriterlerdi. Goebbels'e bağlı üst kurula üyelik ise gazetecilik(!) mesleğinde gelinebilecek en üst seviyeydi.
Nazi rejimi milyonlarca insanı gönüllü ya da gönülsüz sürgüne zorladı. Sürgün gazetecilerin sayısı tam olarak bilinmemekle beraber beş yüzü geçkin olduğu düşünülmektedir. Sürgündeki gazetecilerin bir kısmı bulundukları ülkede yazılarıyla Nasyonal Sosyalizme karşı mücadele verdi. Sürgündekilerin yazıları dünyanın dört bir yanında, çoğu son derece zor gazetecilik ve yayıncılık koşulları altında yayınlandı. Sürgündeki gazeteciler, bilgi kaynaklarına, finansal kaynaklara ve geniş bir okuyucu kitlesiyle iletişim olanaklarına erişimden yoksundu. Birçok gazete, az sayfalı, küçük tirajlı ve kısa süreli olarak yayınlanıyordu. Bazı yayınlar, can güvenliği riskine girerek Almanya'ya kaçırıldı. Sınır kontrolleri veya dağıtım kampanyaları sırasında hemen fark edilmemeleri için kendilerine kamuflaj zarfları verildi. Ancak bu yayınlar Alman halkının büyük çoğunluğuna ulaşamadı.
...
Gazetecilik de diğer birçok meslek gibi "onurlu bir meslek" olarak tanımlanır çoğunlukla. Ve bu da "onurlu bir meslek" tanımlaması yapılan tüm genellemelerin hata zincirinin bir halkasıdır. Her mesleğin onuru, mesleği icra edenlerin onuru kadardır. Ve mesleği ne olursa olsun mesleğini onurlu bir şekilde icra edenler tarih boyunca despot yönetimlerde zırparalanması gereken çıkıntılar olarak görülmüştür.
Hatırlamada ve hatırlatmada bugün:
Protestan kiliselerinin başkanı teolog Martin Niemöller, Kristal Gece diye bilinen 9 Kasım 1938 tarihindeki pogroma değin NSPAP üyesiydi. Pogroma ve ardından yaşananlara itiraz edince Sachsenhausen'daki toplama kampına gönderildi.
1945 yılından sonra yeniden Protestan kiliselerinin başkanlığını yapmaya başlayan Niemöller kiliseleri barış hareketi için tek çatı altında toplama çalışmalarına başlayıp ekümenik kiliselerin arttırılmasına katkı sağlayarak kısmen başarılı oldu. 1965 yılına kadar görevini sürdüren Niemöller kalan ömrünü de faşizme, savaşa ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele ederek sürdürdü.
1977 yılında kendi adına kurulan vakıf bugün hala antifaşist tutumu ile barışçıl faaliyetlerine devam etmektedir.
1946'da barış hareketi çatısında toplanmaya yönelik yaptığı konuşma, bugün hala geçerliliği koruyan bir gerçektir.
"Naziler, komünistleri almaya geldiğinde sustum; çünkü, komünist değildim.
Sosyal demokratları hapsettiklerinde sustum; çünkü, sosyal demokrat değildim.
Sendikacıları almaya geldiklerinde sustum; çünkü, sendikalı değildim.
Katolikleri almaya geldiklerinde protesto etmedim; çünkü, Katolik değildim.
Beni almaya geldiklerinde kimse itiraz etmedi; çünkü, kimse kalmamıştı."
Niemöller, bu konuşmasına 1950'de Yahudileri, Siyahileri ve Çingeneleri de ekledi. Sessiz kalmadığı halde, sessiz kalmadığı için toplama kampına gittiği halde kendini sessiz kalmakla suçladı. O, sessizliğin sonuçlarının ses çıkarmaktan daha tehlikeli olduğunu çok iyi biliyordu. Aynı konuşmada Niemöller, "kim ki faşizmin pençesinde ötekileştiriliyor, insanlık onuru zedeleniyorsa sessiz kalmayın, bu sözler hepimizin olmalı. Çünkü faşizmle mücadele ve barışçıl bir toplum hepimizin meselesidir" demiştir..
"Süfrajet" kelimesi yüzyıl sonra yeniden gündeme gelmiş ve kendi ayakları üzerinde duran, meslek sahibi, kendi kararlarını kendi alan, bekar annelere hakaret etmek amacıyla kullanılmaya başlamışsa; gerçekten süfrajet olmanın zamanı gelmiştir..
Ne diyordu Sister Suffragette;
"Womankind, arise!"
"Equal rights with men!
No more the meek and mild subservients we!
We're fighting for our rights, militantly!
Never you fear!
Cast off the shackles of yesterday!
Shoulder to shoulder into the fray!"
"Womankind, arise!"
Bu sabah okuduğum ilk haber; Hybris nedir, kimlere denir, sorularına cevap niteliğinde.
Kendini Amerika'nın sahibi sanan zat; bir anda tüm dünyanın da sahibi sanır ve yıllardır, evlatlarının kanını, canını topraklarına bırakan insanları, Gazze Şeridi'nden alıp Mısır ve Ürdün'e yerleştireceğini, Gazze Şeridi'ni yeniden inşa edip turistik bir yer yapacağını böylece savaşa son vereceğini açıklar.
İşin en korkunç tarafı, gigantomaninin en üst sınırında gezinen hybrisler, bu sınıra sadece kendi sanılarıyla gelmezler ve kendilerine bu gücün kitleler tarafından verildiği bilinciyle hareket ederler.